Okuma Süresi: 7 dakika

Osmanlı Devleti’nden ayrılarak, kendi hükümranlığı altında bir Arap Krallığı kurma hedefi güden Mekke Emîri Şerif Hüseyin, bu amacına ulaşmak için İngilizlerden destek sağlamaya çalışıyordu. Bu maksatla, Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah Kahire’de İngiltere Başkonsolosu olan Lord Kitchener’le 1912 yılından itibaren temas kurmuştu.

İngiltere, bir yandan sömürgesi Hindistan’a giden deniz yolunun güvenliğini sağlamak,  diğer yandan Arabistan’da keşfedilen petrol denizi üzerinde hâkimiyet kurmak için, Osmanlı devletinden kopartılmış, kendi himayesinde bir Hicaz Arap devleti kurulması projesine sıcak bakıyordu.

1914 yılında Osmanlı Devleti’nin Almanya ile müttefik olarak harbe girmesi, İngilizlere müstakil bir Arap Krallığı kurulması projesini pratiğe dönüştürme fırsatı verdi. 1915 yılı başlarından itibaren, gayr-i müslîm Almanlarla birlikte savaşa giren Osmanlı Devleti’ne karşı Arapların Mekke Emîri Şerif Hüseyin etrafında toplanması ve Hilâfetin Araplara geri döndürülmesi gerektiği propagandası işlenmeye başlandı. Harbin başlangıcında Hâlife’nin yaptığı cihat çağrısına karşılık olarak Şerif Hüseyin, Arapların bu savaşta yer almayacağını, sadece dua edeceğini bildirdi.

Şerif Hüseyin Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmak üzere, İngilizlerle 1 Şubat 1916’da bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre, oğullarından Ali Medine’ye gidip, bu bölgedeki Araplarla Osmanlı Devleti’nin erzak ve cephane nakliyatını engellemek için demiryolunu kesecek, diğer oğlu Faysal bir yandan Suriye’de Osmanlı Devleti’nin göndereceği kuvvetlere karşı koyacak, diğer taraftan Osmanlı ordusundaki Arap unsurları Türklere karşı ayaklandırılacaktı. İngilizlerin bu anlaşmadan amacı, savaş halinde bulunduğu Osmanlı ordusunun Suriye ve Kanal’daki gücünü bölmek, Kanal üzerindeki hâkimiyetini kırmaktı.

Şerif Hüseyin 6 Haziran 1916’da Osmanlı Devleti’ne isyan ettiğini ilan etti. İlk gün Mekke-î Mükerreme’deki Türk karakollarını ele geçirdiler. İngiliz donanmasının Cidde’deki Osmanlı kışlasını top ateşine tutması neticesinde ayaklanmanın üçüncü günü Cidde’yi, dokuzuncu günü Cirval kalesini ele geçirerek bin iki yüz Türk asker ve subayını esir ettiler. Nihayet, 22 Eylül 1916 tarihinde Hicaz Genel Vali ve Komutanı Ferik Gâlip Paşa kuşatılan Taîf şehrini bir anlaşma ile Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Abdullah’a teslim etti. Teslim olan Türk askerleri, Mısır esir kamplarına gönderilmek üzere İngilizlere verildi.

Mekke-î Mükerreme’nin İngilizlerle işbirliği yapan Şerif ailesinin eline geçmesi, Müslümanlar arasında üzüntüye sebep olmuş ve Hacc’ın câiz olup olmadığı tartışmasını başlatmıştı. Bu hususta, Tatar ulema tarafından kaleme alınan bir fetva aşağıdaki gibidir.  (Fetva, Umum Âlem İslâm İhtilâl Cemiyetleri İttihadı’nın Berlin’de neşrettiği Livâ el-İslâm Dergisi’nin 5 Şevval 1340/1 Haziran 1338-1922, tarihli  9-10 sayısında yayımlanmış

Bismillâhirrahmânirrâhîm

el-İstiftâ’

Rabbu’l-âlemîn olan Allah’a hamd ü senâ, seyyidü’l-mürselîn ile bilcümle âl ü ashâbına salavât u selâm

Mekke Emîri’nin İslâm düşmanı olan İngilizlerle ittifak ve hilâfet-i kübrânın esasını yıkmak yolunda bu zalim devlete yardım ettiği, bütün dünyada memâlik-i İslâmiye istiklalini mahva tasaddî  (mahva başladığı) ve Ceziretü’l-Arab’ı İngiliz nüfuz ve saltanatına idhâl eylediği, küffâr-ı müşrikîn ile cihad eden guzât u mücâhidîn için emâkin-i mukaddesede melce’ (sığınacak bir yer) bırakmadığı bir zamanda, Beytüllahi’l-Harâm’a farz olan hac hakkında ulema-i din ne derler?

Bu hâlette mü’minîn üzerine hac edası vacib midir, yoksa düşmanın Harem-i Şerif üzerine tasallut ve nüfuzunun kalkması ve Beled-i Emîn’de (Mekke-i Mükerreme) muhlis İslâm devleti şevketinin yeniden ihyâ olması zamanına kadar sâkıt olur mu? Cenab-ı Hak sizleri rahmet-i rabbaniyesine müstağrak eylesin. Kitab ve sünnetten nusûs-ı şer‘iyye (nasslar)  ile izah ediniz, Kerîm Allah’tan me’cûr (mükafat) olur ve her halde fazl sizlerindir.

Fetva

Hamd edici, salât u selam verici, ey mü’minler biliniz! Cenab-ı Hak kitabında Beyt-i Harâm’ı zikrettiği vakit emn ü emân ile tavsif etti. Çünkü emn Cenab-ı Hakk’ın bir sıfat-ı lâzime ve gayr- müfarikasıdır. Hazret-i Zülcelal Beytü’l-Harâm Mekke-i Mükerreme’sini insanlar için tahsis etti, yani âlem-i İslâm için bir merkez-i ictima ve mazlumlara bir melce’-i emin ve feyezân-ı dine bir menba ve bilcümle mü’minînin ihtilaf-ı elsinesiyle memleketlerinin uzaklığıyla beraber, kelimelerinin tevhîdi için bir nokta-i rabıta olarak tahsis etti. Sure-i Bakara’da vârid olduğu gibi: Ve iz ce‘alna’l-Beyte mesâbeten li’n-nâsi ve emnâ; “Beyt’i insanlar için her daim kendisine avdet olunur bir melce’ ve bir mahall-i emniyet yaptık.”

Sâbe’l-mâ’ denilir, yani “Su kesildikten sonra bir daha avdet etti”. Ve yine Sâbe ilâ-fülânin ‘akluhû, yani “Filan adamın aklı kendisine rücu etti”. Ve teferreka’n-nâsu sümme sâbû, “İnsanlar birbirlerinden ayrıldıktan sonra tekrar dönerek ictima ettiler”. Bu misallerden sevâb kelimesi çıkar. Malından ve saireden her ne çıkardıysa kendisine rücu etti. Kuyu hakkında mesâb kelimesi “dibinde sular birikmiş” demektir. Ve’n-Nâsu yesûbûne ile’l-Ka‘be, “İnsanlar her sene Kâbe’ye avdet ederek orada ictima ederler”. Ve bir mücâhid demiştir ki: Oradan ayrılıp da avdet etmeyi temenni etmeyen bir kimse yoktur.

Mesâbenin tefsiri, İbrahim aleyhisselamın duasında bulunur: Fec‘al ef’ideten mine’n-nâsi tehvî ileyhim (Suretü İbrahim), “Bir kısım insanların onları ziyaret etmelerini kıl”. Ve bu ise Sûre-i Hac’daki ayetin medlûlüdür (delilidir). Ve ezzin fi’n-nâsi bi’l-haccı ye’tûke ricâlen ve alâ-külli dâmirin ye’tîne min-külli feccin ‘amîk, “İnsanların arasında hac için ezan oku, her uzak yerden dâmir üzerinde sana erkekler gelir.” Beytullah insanların ziyaret ve ictima mahalli olunca kendisinde emniyet-i tâmme bulunması elzem oldu; yoksa ona kimse gelmez. Ve Beyt’i emn ile tavsiften maksat, kendisinde dünyanın âhar yerinde misli görülmeyen emniyete malik bulunması elzemiyetindendir. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Kerim’de bu sıfatla mükerreren zikr olunmuştur. Sûre-i Bakara’da Rabbic‘al hâzâ beleden âminâ, “Allah’ım! Bunu emin bir şehir kıl!”; ve Sûre-i İbrâhim’de Rabbic‘al hâze’l-belede âminâ, “Allah’ım! Bu beled’i emin kıl!”; Sûre-i Tîn’de Ve hâze’l-Beledi’l-Emîn, “İşbu Beled-i Emîn!”; Âl-i İmran’da Ve men dehalehû kâne âminâ, “Ona giren emin olur”. Bu ayete müradif olarak haccın farz olduğunu beyan eden ayet şeref-sâdır olmuştur. Ve lillâhi ale’n-nâsi hıccu’l-Beyti meni’stetâ‘a ileyhi sebîlâ, “Kudret ve istitaâtı olan her fert Beyt’i haccetmeyi (etmesi olmalı) Cenab-ı Allah’ın hakkıdır”. Emn ü emân ayetinin haccın farz olduğunu izah eden ayete tekaddümü Beyt-i Harâm’da emnin bulunması veya bulundurulması haccın vücûbu için armağan ve vasıta-i rükûb gibi şart-ı a‘zamdır.

Mekke’de Cenab-ı Rasul-i Ekrem’in zamanında emniyet ve asayişin mefkûd bulunduğu, fitne ve fesadın çoğaldığı vakit, insan kendi dininde fitne ederdi, onu öldürür veya bağlarlardı. Hatta Hazret-i Nebiyy-i Mükerrem (SAV)’i ashab-ı kiramıyla beraber katle tasaddî ettiler. Fakat müşarun-ileyh ashabına Mekke-i Mükerreme’yi terk ve Medine’ye hicret etmelerini emir buyurdular. Emniyetin zâil olduğuna bu ayet-i kerime delildir: Ve ente hıllün bi-hâze’l-beled, “Sen ey Muhammed, bura ahalisinin indinde mal ve ırzın ve kanın helal oldu”.

Mekke’yi fetihten evvel hicret meselesi pek şedîd idi ki, hicrete muktedir olup da hicret etmeyenler hakkında bir ayet nazil oldu: Vellezîne âmenû ve-lem-yuhâcirû mâ-leküm min-velâyetihim min-şey’in hattâ yuhâcirû (el-Enfâl) “İman edip de hicret etmeyenler hicret edinceye kadar onlara velâyet etmeyi size ait değildir”. Mekke’nin fethinden evvel hicret hakkında büyük bir şiddet görülür. Bu da müslümanları müşrikînin âr ve zimmetinden sıyanet ve müşrikîn adedinin mü’minlere karşı tezyidini men içindir. Buhari İbn Abbas’tan naklen rivayet ediyor ki: Peygamber Efendimiz’in (SAV) düşmanı olan ordunun adedini çoğaltan bir kısım müslümanlar bulunuyordu. Atılan oklar isabet edilemeyeni öldürür veya vurulur yine ölürdü. Bu sebepten âtîdeki ayet-i celile nazil oldu: İnnellezîne teveffâhümü’l-melâ’iketü zâlimiyy enfüsühüm. Kâlû fîme küntüm? Kâlû künnâ müstad‘afîne fi’lard. Kâlû: Elem tekün arzullâhi vâsi‘aten fetühâcerû fîhâ? (en-Nisâ’) “Melaikeden, vefat edenler kendi nefislerine zulmetmişler, onlara ‘Nasıl idiniz?’ denildi. ‘Arz üzerinde müstaz‘afîn idik!’ dediler. ‘Emr-i hicrette en gizli gömülmüş ser…” Meşhur bir eserde geldiği gibi: “Her münker gören (fitne, fesat, zulüm) kendi eliyle değiştirmeli, muktedir olmazsa lisanıyla, buna da istitaâtı yoksa kalbiyle, bu da imanın ez‘afıdır”. Cenab-ı Peygamber (SAV) dahi Mekke-i Mükerreme’de zaman-ı bi‘setinden beri böyle yaptı, ıslah-ı fesat için evvela mümkün mertebe eliyle çalıştı, ondan sonra onüç sene insanları açık ve gizli surette doğru yola çağırdı. Onu öldürmeye kalkılınca Mekke’den Medine’ye hicret etti. Ez‘af-ı imanın manası dahi, mü’minlerin külliyetli düşmanlara karşı adedce zayıf olmasıdır.

Peygamber (SAV) hicret ettiği vakit Mekke’de fikdân-ı emn ü asayişten dolayı fariza-i hac kendisinden sâkıt oldu. Mekke’nin fethinden sonra onuncu sene-i hicriyeye kadar haccın tehiri galiben İslâmiyet’te adab-ı haccın ikame ve edaya başlamadan evvel İbrahim aleyhisselamın duasına icabet olarak evvel-emirde münkerlerin ve hacda şirkin izalesi içindir: Vecnübnî ve beniyye en-na‘bude’l-asnâm, “Beni ve evladımı asnâma ibadet etmekten sıyanet et!” Bunun içindir ki haccetü’l-vedadan evvel Peygamber (SAV) Ebâ Bekri’s-Sıddîk’ı (r.a) maruf hutbe ile yevm-i nahrda rahtda(?) gönderdi. Lâ yahiccü ba‘de’l-‘âm müşrikün ve lâ yatûfu bi’l-Beyti uryân (revâhu’l-Buhari), “Bu seneden sonra müşrikînden hiçbir kimse hacc etmez ve hiçbir kimse çıplak olarak Beyt’te tavaf edemez!” Fakat Mekke’yi feth ve Beledü’l-Harâm’ı islâmlar için emniyetli kıldıktan sonra Mekke’den hicreti ibtal etti: Lâ hecere ba‘de’l-feth, “Fetihten sonra hicret yoktur”; velâkin cihadun ve niyetün, “Fakat cihad ve niyettir” (revâhu’l-Buhari).

Hazret-i Rasul-i Ekrem’in tenebbüâtının cümlesinden âtîde menkul sözlerdir: Bede’e’l-İslâmu garîben ve-seye‘ûdü garîben kemâ-bede’e; fe-tûbâ li’l-ğurabâ’i’llezîne yuslihûne mâ-efsede’n-nâs, “İslâm garip başladı, başladığı gibi garip olarak avdet eder; insanların ifsat ettiklerini ıslaha çalışan gariplere ne mutlu!”. Yani İslâm Mekke-i Mükerreme’de zuhur etti, lakin Mekke ahalisi onu inkar ettiler, onun için mahall-i zuhurunda zayıf, zelil, makhur, meftun kaldı. Tâ ki Mekke’yi terk ve gurbette, Medine’de bir ev ittihaz etti. Orada kuvvet ve azameti, izzet ve şevketi avn-ı ilahîyle ve taraftarânının nusretiyle kuvvetleşmeye başladı. Bir zaman gelir ki, İslâm bir daha zayıf, zelil, makhûr, mağlup olur ve Mekke ahalisi dahi ikinci defa ifnâsına sa‘y eder. Fakat Allâhu Zülcelal Hazretleri himmet ve azim sahibi, gurbette çalışan ahali-i İslâm sayesinde, küfr ü nifakın eşeddinde ve Allah’ın Rasul-i Ekrem’ine inzal ettiği evâmiri bilmeyen Hicaz ahalisine rağmen kavi ve aziz olacaktır. İ‘lâ-i kelimetullah yolunda çalışan garip islâmlara ne mutlu! Onlara bağy isabet edince nusret bulurlar.

Bütün dünyadaki müslüman biraderlerimizin malumudur ki, Mekke’nin şerif ve emiri Hüseyin bin Ali 1334 senesinde şehr-i Şaban’da İngilizlerin ribka-i esaretinde bulunan bilcümle kabâil ve akvâm-ı İslâmiye’nin tahlisine çalışan, cihanda müstakil olan yegane hükümet-i İslâmiye ve hilafet üzerine bağy u tuğyan eyledi. Bu bâğî, İngiliz  hükümetiyle ittifak ederek İslâm düşmanlarının adedidi teksir ve hilafet-i uzmâya karşı onlara büyük yardımlar yaptı ve Hazret-i Zülcelal’in kavl-i ilahisini unuttu: Ve-yenhâ ‘ani’l-fahşâ’i ve’l-münkeri ve’l-bağy (en-Nahl), “Cenab-ı Hak fahşâ ve münker ve bağyden nehy eder”. Utanmaksızın bu hatîâtı irtikap etti. Bu şikak ve nifaktan hilafet hükümeti düçar-ı inhizam oldu ve dolayısıyla memleketleri İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlara bir ganimet olarak düştü. Dünyada tamamen müstakil bir devlet-i İslâmiye kalmadı. Ceziretü’l-Arap ve Kudüs vilayeti İngiliz’in tasarrufu, Şam Fransa’nın tasallutu altında kaldı; İzmir vilayeti dahi Yunan’a verildi. İslâm’a en büyük beliyye bu tarihten itibaren nazil oldu.

Mekke, alelhusus Hicaz bugün hicret-i peygamberîden sonra ve fetihten evvelki halinden daha fena bir haldedir. Çünkü Mekke şerifi cihan harbi esasında Harem-i Hudâ’ya iltica eden alim-i fazıl Mevlana Mahmud el-Hüseyin el-Mu‘annidî ile Türk Galib Paşa’yı İngilizlere teslim etti. Onun için bu günlerde muhlis mü’minler için bu Belde-i Emin’de emn ü emân mefkûd oldu. Küffârın tasallutundan mütehassıl zillet ve meskeneti ve bütün bilâd-ı İslâmiye üzerine çöken bu rezâyâyı ref etmek zamanına kadar Peygamber Efendimiz’in hayatında yaptığı gibi hürriyet, müsavat ve uhuvvet düşmanlarını Ceziretü’l-Arab’dan tard edinceye kadar, Beytü’l-Haram’da mü’minîn için emniyetin bulunmaması yüzünden şimdilik bu farîza sâkıt oldu. Ve bu re’y dahi Peygamber Efendimiz’in sözünü teyit eder: Lâ hicrete ba‘de’l-feth, “Fetihten sonra hicret yoktur”. Mekke’nin İngiliz eline düştükten sonra mü’minîn-i muhlisîn için dünyada muhaceret ve iltica yeri kalmamıştır; ve lâkinne cihâdun ve niyetün, “Fakat cihad ve niyettir”. Yani bundan sonra bu müstebit ve gâsıp İngilizlerin kâffe-i bilâd-ı İslâmiye’den ve alelhusus bilâd-ı mukaddeseden tardı için Allah yolunda cihaddan başka bir şey kalmadı ki, fesat ve fitneye mahal ve sebep kalmamış olsun. Ve yekûne’d-dîne küllühû lillâh, “Din Allah için ihlas olarak” nev‘-i benî-beşerin menfaatı için saadet-i dünyeviye ve uhreviyeye fevz-i azim suretinde nail olmak için niyet-ı hâlisaları olabilsin.

Mekke Şerifi(nin) ise amelinin betâetini hasep ve nesebi süratlendiremez. Cenab-ı Hak buyurdu ki: Kâle innî câ‘ilüke li’n-nâsi imâmâ, “Seni insanlar için imam, yani rehber yaptım”; Kâle ve men zürriyyetî, “Zürriyyetimden de mi?” dedi; Kâle lâ yenâlü ahdi’z-zâlimîn, “Zalimler ahdime nail olamazlar” dedi (el-Bakara). Bilâ şekk ü şüphe o zalimdir. İmâmet ahdine nail olamaz. Çünkü Harem-i Şerif’e iltica eden müslümanları kafir düşmanların yedine vermekle Mescid-i Haram’da Ellezî ce‘alnâ li’n-nâsi sevâ’eni’l-‘âkifü fîhi ve’l-bâd, “Küfr ve ilhad etti”. İyilik bir iyiliktir, fakat beyt-i nübüvvetten daha iyi ve şeriftir. Seyyie dahi bir seyyiedir; fakat âlîlerin evinden daha şeyndir.

imza

Muhammed Bereketullâh el-Hindî el-Büyûfânî

Musa Carullah Bigiat (Bigiyef) el-Petrogrâdî

Abdurreşid İbrâhim el- Sâbiryâvî

(Fetva metni Ömer Hakan Özalp tarafından latinize edilmiştir.)

 

*Bu yazı 2 Haziran 2011 tarihinde Haber10 sitesinde yayınlanmıştır.

Kategoriler: Yazılar