İşgaller sırasında İngilizlere biat eden aşiretler Kut’ül Amara savaşından sonra tekrar Türklerden tarafa dönmüşlerdi. İngilizler Nasıriye bölgesinde, vergi toplamadan imar faaliyetlerine ağırlık vermek suretiyle halkın sempatisini kazanmaya çalışıyor, aşiretlere yumuşak davranarak propaganda yapıyorlardı. Bell hatıratında, “Bütün sınır aşiretlerine para verdiğimiz halde Uceymi’yi, adamları zaman zaman bir avuç kişiye indiği halde yerinden edemedik” diyordu.
Ancak kazanılan bu tarihi zafere rağmen savaşın genelinde mağlup olan Türk ordusu, takviye edilen İngilizlerin bölgeyi Şubat 1917’de işgal etmesine engel olamadı. Irak’ın güneyine 1914 sonlarında çıkarma yapan İngilizler, Bağdat’ı ancak 1917 yılının Mart ayında ele geçirebilmişlerdi. İşgal kuvvetleri komutanı General Maude, Bağdat halkına bir bildiri yayınlayarak, Bağdat halkının İngiltere ile ittifak ilişkisine giren Hicaz ve Körfez Araplarını örnek almalarını istedi. Söz konusu bildiride şu ifadeler yer alıyordu:
“Hicaz’da Araplar, Türkleri ve Almanları kovmuşlar ve Şerif Hüseyin’i kralları ilan etmişlerdir. Kralları onları özgürlük içerisinde yönetmektedir ve Türklere ve Almanlara karşı savaşan ülkelerin müttefikidirler. Evet, soylu Araplar Necd’in, Kuveyt ve Asir’in beyleridir. Birçok soylu Arap, özgürlük için yabancı yöneticilerin, yani Türklerin ellerinde yok olmuşlardır. İngiltere’nin ve müttefiki olan büyük devletlerin niyeti, Arapların boş yere ölmediklerini göstermektir. İngiliz halkının ve müttefiklerinin isteği ve umudu, Arap soyunun dünya halkları arasında yine eski büyüklüğü ve ününe kavuşması ve kendini onlarla birlik ve uyumla bağlamasıdır.
“Ey Bağdat halkı! 26 kuşaktır yabancı zalimlerin yönetimi altında acı çektiniz. Sizlerin uyumsuzluklarınızdan yararlanabilmeleri için bir Arap aşiretini bir başkasına karşı kullandılar. Ben sizi soylularınız, yaşlılarınız ve temsilcileriniz vasıtasıyla işlerinizin yönetimine, İngiliz ordusuna eşlik eden, İngiltere’nin siyasal temsilcileriyle işbirliği yaparak katılmaya davet için emir aldım. Böylece Kuzeydeki, Doğudaki, Batıdaki, Güneydeki akrabalarınızla birleşerek özsoyunuzun isteklerini yerine getirin.”
Bağdat ileri gelenleri ve çevredeki küçük aşiretlerin şeyhleri yeni düzenin kalıcılığına inanmazken, Kerbela ve Necef uleması İngiliz Kralına telgraf çekerek Bağdat’ın işgalinden dolayı kutlamışlardı. Ancak aşiretler direnmeye devam ediyordu. Bell, Bağdat işgal edildikten sonra yaşananları şöyle anlatmaktadır:
“Bağdat düştükten sonra altı ay, Samarra’ya kadar Dicle hattını, Diyala’dan Bakuba’ya, Fırat’ta ise, Hindiya Barajı’ndan Felluce’yi tutuyorduk. Aşiretlerden ani direnme gördük. Yalnız kalan subaylar ve askerleri öldürüyorlar, kamplara, kalelere saldırılıyordu. Bu askeri bir harekattan ziyade bir karşı koymaydı. Türklerin yaptığı propaganda dolayısıyla geri dönmeyeceklerine kimse inanmıyordu. Bağdat’ta bile Türkler dönünce ne olacağına dair bir kuşku vardı.”
Bell, kendilerine en bağlı dostlarının bile kararsızlık geçirdiğini veya düşmanla temaslarını kesmediğini, dostça mektuplaştıklarını yazıyordu.
Fırat üzerinde İngilizler için asıl problem aşiretler değil, Kerbela ve Necef kentleriydi. Bu kentlerin yönetimi İngilizler tarafından yerel şeyhlere verilmiş ve bu şeyhler Ov”(z) fonundan desteklenmişlerdi. Ancak bir süre sonra, İngiliz yönetimine bağlı bu şeyhler arasında çekişme, çatışmaya dönüşmüştü. Gertrude Bell’in hatıratında bahsettiği Ov”(z) fonu, İngilizlerin müslüman parasıyla, müslümanları satın aldığı enteresan bir fondu. Bell hatıralarında bu fonun hikâyesini şöyle anlatmaktadır:
“Bizim Necef-Kerbela müçtehidleriyle ilişkimiz savaştan çok önce başlamıştı. 1849’dan beri Hint Hükûmeti’nin her iki kentle de Ov”(z) vasiyeti dolayısıyla ilişkisi vardı. Ov”(z) kralı Qazi’üddin Haydar her iki kentteki ihtiyaçlı kimselere verilmek üzere, bütün hayati ihtiyaçları eklendikten sonra 1.200.000 Rupi’yi bulan bir parayı vasiyet etmişti. Doğu Hindistan Kumpanyası’nın sorumluluklarını verâseten üzerine alan Hint Hükûmeti, kendini emanetçi olarak buldu. Paranın dağıtılması birçok zorluğa neden oldu, ama 1910 yılında bir uzlaşmaya varıldı. Müçtehidlerin yardım derneklerine ve her kentte bir kişi olmak üzere diğer saygıdeğer kişilere, Bağdat’taki yerleşik İngiliz yetkilisi parayı dağıtıyordu.”
Bu şehirlerde şeyhler arasında iktidar mücadelesinin sebep olduğu karışıklıklar devam ederken, İngilizler Kerbela’yı yöneten Kammuna ailesinin Türklere, Fırat üzerinden levazım temin ettiğini öğrenmişti. Türkler Fırat boyundaki aşiretlere yoğun propaganda yapıyor, Irak Bâb-ı Âli’ye tekrar bağlandığında özerklik vereceklerini taahhüt ediyorlardı. Bu sevkiyatı önlemek ve Kerbela’yı kontrol altında tutmak için bir İngiliz subayı Siyasi Yardımcı Memur olarak şehre atandı. Şeyhlerin harçlıkları kesildi.
İngilizler Fırat nehrini kontrol altına almak için Aniza konfederasyonu ile bir anlaşma yaptılar. Aniza konfederasyonuna, verilen para karşılığında, Türklere karşı sınırı koruma ve çölden malların geçmesini önleme görevi verilmişti. 250.000 nüfuslu Aniza konfederasyonu 1917-1918 yıllarında sadakatle bu görevi yerine getirdi.
İngilizler Bağdat’ı alır almaz Kürt aşiretleriyle de ilişkiye geçtiler. Hemavend ve Caf aşiretleriyle temas kurdular. Bell İngiliz destekçisi bu aşiretlerin Cihat fetvasına karşı çıkmalarını şu sözlerle anlatmaktadır: “Türk propagandasının başarı kazanmaması (Kürtlerin) dinsel önderleri yüzündendi. Hep birlikte Cihad’a karşı çıktılar ve bunun Türklerin büyüme istekleri olduğunu ve onların Kürtler’in ırsi düşmanları olduklarını söylediler.”
Gertrude Bell Bağdat’ı aldıktan sonra Hanikin bölgesindeki Kürtlerden, bölgeyi İngilizlerin idaresi altına almaları için yoğun bir talep geldiğini iddia etmektedir. Bell hatıratında bu talebi şu sözlerle anlatmaktadır:
“1917 Mart’ında Bağdat’a girdiğimizde, Hanikin çevresindeki Kürtler o yöndeki Türk sınırına kadar sorumluluğu almamız gerektiğini düşündüler ve bundan çok hoşlandılar. Kürt aşiretleri kendilerini bir ırk olarak kabul ettirmenin ve meşrutiyette düşündükleri Kürt özerkliğinin canlandırılması sırasının geldiğini ve bizim Bağdat açıklamamızda ırklara karşı tutumumuz ve isteklerimizin Türklerinkinden ayrı olduğunu gördüler. Diyala’ya kadar ilerlememiz ve Türklerin ırmağın batısına çekilmesiyle Kifri bölgesindeki Kürtler bizim bütün Hanikin bölgesini gecikmeden işgal edeceğimizi sanarak, Osmanlı güçlerinin işgalindeki yerleri boşaltıp, onlara levazım vermediler”
Ancak İngilizlerin henüz Kürt bölgesini işgal projesi yoktu. Hanikin’in lideri Mustafa Baclan’a İngiltere adına orada düzeni kurma izni verildi. Nisan ayında Ruslar bu bölgeyi işgal ettiler. İngiltere’nin müttefiki olduğu ve İngiltere’nin rızası ile bölgeyi işgal ettiği bilinen Ruslara karşı bölge halkı herhangi bir direniş göstermedi. Ancak Rus ordusu şehirde terör estirip yağma yapınca, Mustafa Baclan bölgeye bir İngiliz Siyasi Memur atanmasını talep etti. Böyle bir düzen kurulur ve yağma sona erdirilirse, Kürtler Rusları beslemek için ellerinden geleni yapacaklarını taahhüt ettiler. Ancak, müttefiki Rusya ile sürtüşmek istemeyen İngiltere bu tekliflere sıcak bakmadı. Haziran sonunda Ruslar Hanikin’i boşaltmışlardı ama, İngilizlerin müttefikinin sebep olduğu bu durum Güney Kürdistan’daki aşiretlerin İngilizlere karşı soğumasına neden olmuştu.
Ruslar çekildikten sonraki dönemde İngilizler, Davudi ve Talabani aşiret liderleriyle de temas kurmuş, onların İngiliz işgaline karşı savaşan Türklerin istediği desteği ve levazımı vermediklerini öğrenmiş ve İngilizler yardımlarına yetişebildikçe de vermeyecekleri taahhüdünü almışlardı.
1917 sonbaharında Türklerin Gazze’de yenilmesi, Mezopotamya’da bir Türk-Alman müdahalesi ihtimalini ortadan kaldırmıştı. İngilizler Aralık 1917’de Hanikin’i ele geçirip, 1918 Mayıs’nda Kifri, Tuz ve Kerkük’e girdiler. Bölgeyi yakından tanıyan ve akıcı Kürtçe konuşan Binbaşı Soane’yi bölgeye siyasi memur olarak atadılar. Şeyh Mahmut Barzani Kerkük’e İngiliz yönetimini temsîlen yönetici olarak atandı. Ancak, İran’a yaptıkları harekât dolayısıyla, İngilizler Kerkük’ü boşaltılmak zorunda kaldılar. Geri gelen Türkler, İngiliz temsilciliğine son verdikleri Şeyh Mahmut’u geri Süleymaniye’ye gönderdiler. Ancak, İngilizler 25 Ekim’de dönüp, Kerkük’ü tekrar işgal ettiler ve 8 Kasım 1918’de Ali İhsan Sabis Paşa’nın savunduğu Musul’u ele geçirdiler. 1916 yılında imzalanan Sykes-Picot anlaşmasında göre, Musul’un Fransızlara bırakılması kararlaştırılmıştı. Ancak, Rusya’da gerçekleşen 1917 Ekim devrimi ile 1916’daki şartların değiştiğini öne süren İngilizler, Musul’u Fransızlara vermekten vazgeçtiler. Sykes-Picot anlaşmasını öğrendiği tarihten itibaren, Mezopotamya’nın Fransızlarla paylaşılmasına tepki gösteren Gertrude Bell bu sonuçtan memnun olmuştu.
Gertrude Bell hatıralarında İngilizlerin Kürdistan projesi ile ilgili olarak şu açıklamada bulunuyordu:
“Ateşkesten hemen sonra Süleymaniye’yi ele geçirince daha Kürt sorunu bilinmiyor ve öngörülmüyordu. Ertesi yıl bu konu tam olarak gelişti. Kürtlerin ulusal umutları Kasım ayında General Şerif Paşa tarafından ileri sürüldü. Ocak’ta da bir Kürt Bağımsızlık Komitesi Mısır’da kuruldu ve bize bir Kürt devleti kurulmasında yardımcı olmamız için başvurdular.”
Bölgeye siyasi temsilci olarak atanan Binbaşı Noel bölgede geçici bir hükûmet kurup, Şeyh Mahmut Barzani’yi bölge valisi olarak atadı. Her aşiret lideri kendi aşiretini İngiliz hükûmeti adına yönetiyor ve kendisini hükûmet memuru olarak görüyordu. Bell’e göre aslında her şeyi İngiliz subayları yönetiyordu. 1 Aralık 1918’de Süleymaniye’ye gelen Siyasi Genel Müdür Albay Wilson, Güney Kürdistan’ın ileri gelen 60 aşiret lideri ve İran’dan gelen Sena, Sakız ve Avraman aşiret liderleriyle bir toplantı yapmıştı. Toplantı sonrası yayımlanan bildiride “Savaş yapmaktaki niyetlerinin, doğu halklarını Türk baskısından kurtarmak ve özgür olmalarında onlara yardım etmek olduğunu açıklayan İngiltere Kraliyet Hükûmeti’nden, Kürt halkının temsilcileri olan aşiret liderleri, kendilerinin de İngiliz koruması altına alınmaları ve birlikten doğacak yararlardan yoksun kalmamak için Irak’a bağlanmayı istediler. Kürt halkının İngiliz korumasında barış içerisinde uygarlık yolunda ilerlemesine yardımcı olacak bir temsilci gönderilmesini, Mezopotamya’nın Siyasal Genel Müdürü’nden istediler. Eğer İngiltere Kraliyet Hükûmeti yardım eder ve korursa, İngiliz Kraliyet Hükûmeti’nin buyruklarına ve öğütlerine uyacaklarını açıklarlar.” deniliyordu.
İngilizler bildiride, Kürt aşiretlerinden, bölgeyi İngiliz hükûmeti adına yöneten Şeyh Mahmut Barzani’nin önderliğini kabul etmelerini istiyordu. Şeyh Mahmut yönetimine girmek istemeyen Kifri ve Kerkük halkının yaşadığı Kerkük bölgesi özerk bölge haline getirildi. Bir süre sonra, Süleymaniye’ye siyasal memur olarak atanan Binbaşı Soane’nin kendisinin hâkimiyetini sınırlama girişimine karşı çıkan Şeyh Mahmut Barzani, İngilizlere karşı isyan ederek Türk tarafı ile de irtibat kurdu. Ayaklanma İngilizler tarafından bastırıldı ve Şeyh esir alındı.
İngilizler Musul’un işgalinden sonra Türkiye Kürtleri ile de ilişkiye girdiler. Bu işle Binbaşı Noel görevlendirilmişti. Bu arada Gertrude Bell’e göre, 6.Türk Ordusu’na kumanda etmekte olan Ali İhsan Paşa ve bazı İttihat ve Terakki mensupları, İngiliz işgaline karşı Kürt aşiretlerini silahlandırıyordu. Pan İslamist propaganda güçlü bir tesir gösteriyordu. Bu arada, İzmir’in İngilizlerin teşviki ile Yunanlılar tarafından işgal edilmesi, İngilizlerin Türkiye Kürtleri ile olan ilişkilerini zora sokmuştu. Zira Kürtler, yaşadıkları bölgeden çıkarttıkları ve mallarına el koydukları Ermenilerin, Sevr antlaşması hükümlerine göre, geri dönmesinden ve mallarını geri almalarından korkuyorlardı. İngilizler Kürtler üzerindeki nüfuzlarını kaybetmemek için, Binbaşı Noel’in 23 Haziran’da Kürtlere yayımladığı bir bildiri ile, barış konferansında Kürtlerin hakkının korunacağını, Ermeniler’e yaptıkları katliama Türklerin teşvikinin sebep olduğunu bildiklerini, genel bir af ilan edileceğini, Kürt ve Ermeni halkının barıştırılacağını açıkladılar.
1920 yılında, Amadiye, Akra ve Revanduz’da da İngilizlere karşı isyanlar çıktı. İngilizler kendilerine karşı yapılan her silahlı mücadelenin arkasında Ali İhsan Sabis Paşa’yı görüyorlardı.
18-26 Nisan 1920’de toplanan San Remo Konferansı’nda alınan karar uyarınca, İngilizler 3 Mayıs 1920’de Mezopotamya’nın İngiliz mandası altına girdiğini açıkladılar. San-Remo Konferansı’nda, Osmanlı Devleti’nin Asya ve Kuzey Afrika’da bulunan Arap toprakları üzerindeki bütün haklarından vazgeçmesi, özerk bir Kürdistan’ın kurulması, Irak topraklarının İngiltere’nin mandasına girmesi kararlaştırılmıştı. Teşkil edilen bu (A) tipi manda idaresine göre, söz konusu ülkelerin bağımsız sayılması, ancak kendini idare edebilecek siyasi olgunluğa erişinceye kadar bir manda otoritesi altında kalmaları öngörülüyordu. İngiltere Kraliyet hükûmetine bırakılan Mezopotamya mandası, bu devlet olgunlaşıp, kendi ayakları üstünde durabildiği vakit kalkacaktı. Kraliyet hükumeti, Sir Percy Cox’u İngiliz Baştemsilcisi olarak Irak’a atadı. Ona var olan askeri yönetimi bitirme ve bir Arap başkanlığında Devlet Meclisini ve Mezopotamya halkının seçeceği Yasama Meclisini oluşturma, Yasama Meclisine danışarak bir anayasa hazırlama görevi verildi.
Ancak, Irak milliyetçileri Manda yönetimine tepki gösterdiler. Onlar derhal, Suriye modelinde tam bağımsız bir devlet istiyorlardı. Haziran 1920’de Rumeysa’de İngilizler’e karşı başlatılan direniş, 4 Temmuz’dan itibaren genel bir ayaklanmaya dönüşüp, Irak’ın birçok bölgesine sıçradı. Olayları bastırmak üzere İngilizlerin aldığı önlemler sonuçsuz kaldı. Rumeysa direnişi 20 Temmuz’da bastırıldı. Türkmenlerin yoğun yaşadığı Hanekin ve Kızlarbat’ta başlayan ayaklanmalar 14 Ağustos’a kadar sürdü. İngiliz kışlasına yapılan baskın ile harekete başlayan Telaferliler, İngiliz subay ve askerlerini öldürdüler. Telafer’e giren İngilizler, kentin boşaltıldığını görünce, buradaki evlerin bir kısmını top ateşleriyle yıktılar.
Milliyetçiler İngilizlere karşı, şii ve suni halkları İslami bir cephe içerisinde toparlama yoluna gittiler. Şiiler sunilerin mevlitlerine katılırken, suniler de Şiilerin Hz. Hüseyin’in şehadeti ile ilgili taziye törenlerine katılıyor, birlik sergiliyorlardı. Bütün bu toplantılardan sonra, idarecinin Müslüman olması gerektiği ve vatanseverlik üzerine siyasi konuşmalar yapılıyordu. Şii kesimin liderliğini Mirza Muhammed Taki’nin oğlu Mirza Muhammed Rıza yönetiyor ve İngiliz karşıtı eylemlerin merkezinde bulunuyordu. Gönderdiği mektuplarda İngiliz yönetiminde çalışmanın şeriata aykırı olduğunu yazıyor, anayasal düzende bir İslam devletinin kurulması için birleşik bir eylem yapmanın zamanı geldiğini bildiriyordu. İngilizler onu tutukladılar. Daha sonra, İranlıların ricası üzerine Tahran’a gönderdiler.
Manda şartları altında İngilizlerin silah kullanamayacak olması ve Mezopotamya’dan İngiliz ordusunun çekilmiş bulunması isyanı teşvik ediyordu. Bağdat ve Kerbela’dan gelen yoğun propaganda Şamiye’den Divaniye’ye yayılıyor, sünniler Yusuf Suvaydi ve şiiler Seyit Muhammed Sadr’ın peşinden gidiyordu. Samava ve Rumeysa’ da ayaklanmalar meydana gelmişti. Bell kendileri için zor olan bu durumu şöyle anlatıyordu:
“Hilla’dan gönderilen küçük bir birlik, Rumeysa’yı kurtaramadan geri döndü. Ancak 20 Temmuz’da ciddi bir birlik direnişi kırarak kente girdi. Aşiretler siperlere iyice girmişlerdi. Yöntemleri, Türk askeri yöntemlerine benziyordu. Bu da, Bağdat ve Deyr-i Zor’dan gelen eski Türk ve Arap subaylarınca komuta edildiklerini gösteriyordu. Her gün gecikmek, oradaki durumu daha güçleştiriyordu.”
Duleym ve Aniza aşiretleri sonuna kadar İngilizlere bağlı kalmış, diğer bütün aşiretler isyan etmişti. Askeri bakımdan zayıflığı ortaya çıkan İngilizlerin siyasi memurları işgal edilen her yerde esir düşüyordu. İngiliz üstünlüğü halk nazarında bitmişti.
Bir yandan isyanlar devam ederken, Sir Percy Cox, 1 Ekim 1920’de Bağdat’a geldi. Daha önce İngilizlerle anlaşan Şerif Hüseyin, bir Arap devleti kurulmasını ve bu devlet krallığına da oğlu Emir Faysal’ın getirilmesini istiyordu. İngiliz Sömürge Bakanlığı da, Fransızların 1920 Temmuzunda Suriye Krallığından uzaklaştırdıkları Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın Irak’a Kral olmasını istiyordu. Yapılan halk oylamasında Kerkük, Musul, Erbil ve Süleymaniye halkı Emir Faysal’ın aleyhinde oy kulandı. İngiliz manda yönetimi, hileli bir seçimle Emir Faysal’a 28 Ağustos 1921’de törenle taç giydirmeyi başardı.
Sonuç
Gertrude Bell’in “Mezopotamya’da 1915-1920 Sivil Yönetim Raporu” nda, Türklerin tebaalarını yönetmede yetersiz ve beceriksiz olduğu, halbuki İngiliz idaresinin, işgal edilen ülke halklarına adalet, kalkınma ve yerel halklara yönetime katılma hakkını sağlayan bir yönetim getireceği iddiası temel tez olarak işlenmiştir. Bu yüce amacın gerçekleşmesi için işgal edilen ülke halkının tek yapması gereken şey, İngilizlere kayıtsız şartsız itaatten ibarettir.
Bu kitabın yazılış amacı, Birinci Dünya Savaşı sonunda toplanan Paris Barış Konferansı’nda, İngiltere’nin gündeme getirdiği “manda sistemi” ne argüman temin etmekten ibarettir. Söz konusu manda sistemine göre, mağlup olan merkezi devletlerden ayrılacak ülkelerin yönetimi Milletler Cemiyeti’ne bırakılacaktı. Henüz “bağımsız olma” yeteneğine sahip sayılmayan milletler, Milletler Cemiyeti tarafından bu “yeteneğe” erişinceye kadar eğitilecekti. Ancak kurum bu işi kendisi yapmayacak ve “büyük” bir devleti görevlendirecekti. Bu devlet, Milletler Cemiyeti’nin vekili olarak, söz konusu milleti yönetecekti. Milletler Cemiyeti Misâkı’nın 22. Maddesi mandaya ilişkin hususları düzenliyordu. Manda sistemi halkın gelişme derecesine, ülkenin coğrafi durumuna, iktisâdi şartlarına bağlı olarak üç gruba ayrılmıştı. (A) grubu manda, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılacak topraklar için düşünülmüştü. Bu gruba bağımsızlık tanınıyor, ancak geçici olarak mandater bir devlet tarafından yönetilmesi öngörülüyordu. Kendisini yönetmekten aciz Irak için (!) seçilen mandater, İngiltere Krallığı’ydı.
Hindistan yolunu ve Mezopotamya’daki petrol alanlarını Alman işgaline karşı korumak ve kendi hâkimiyeti altında tutmak için savaşan İngilizler, bu hedeflerini, kendisini yönetme yeteneğine sahip olmayan işgali altındaki halklara, bu yeteneğe kavuşturulana kadar ağabeylik yapma vazifesi altında gizlemişlerdi.
Ancak, “Wilson Prensipleri” olarak bilinen ABD Başkanı T.W.Wilson’un 14 maddelik programı İngilizlerin Mezopotamya projelerine darbe vurmuştu. Bu programın 12. maddesi Osmanlı Devleti ile ilgiliydi. 12’inci maddede Boğazların milletlerarası bir idarenin teminatı altında bütün milletlerin ticaret ve ulaşımına açık bulundurulması, İmparatorluğun Türklerle meskûn kesimlerine tam bir hükümranlık hakkı tanınması, ancak Türk hâkimiyetinde bulunan diğer milliyetlere de yaşama ve kolayca gelişme imkânının güvence altına alınması, yani muhtariyet tanınması.” öngörülmüştü.
Bu prensipler, İngiliz Mandater sistemine ciddi darbe vuracak ve işgal altındaki eski Osmanlı tebaası halklarda, bağımsız devlet talebinin bu prensipler çerçevesinde savunulmasına yol açacaktı. Nitekim Gertrude Bell “Wilson Prensipleri” konusundaki sıkıntısını şu cümlelerle ifade etmektedir. “11 Ekim 1919’da resmi gazetelerde yayımlanan Başkan Wilson’un adıyla anılan ilkelerden 14’nün yayımlanması ile yerli halkın aklına yeni bir şey girdi.”
İngilizlerin entrika ile tahta geçirdikleri Kral Faysal yönetimine karşı Irak’ın muhtelif bölgelerinde meydana gelen ayaklanma ve direnişler, İngilizlere bu ülkede rahat oyun kuramayacaklarının işaretini vermişti. Netice olarak,1914 yılında İngiliz kibri ile başlayan işgal, İngilizlerin burnunun sürtülmesiyle nihayetlenecekti.
Yararlanılan Kaynaklar
BELL, Gertrude; Mezopotomya’da 1915-1920 Sivil Yönetimi, Yaba Yayınları, 2004. WALLACHE, Janet; Çöl Kraliçesi, Can Yayınları, İstanbul, 2003. Not: Tarih Bilinci Tarih ve Kültür Dergisi’nin Ortadoğu Özel Sayısı (Sayı: 13-14)’ten alınmıştır.
*Bu yazı 12 Nisan 2011 tarihinde Haber10 sitesinde yayınlanmıştır.