Okuma Süresi: 27 dakika

Mutabakatın Bozulması

 

I.Dünya Savaşı’nda İtilâf Devletleri galip gelmiş, Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918 tarihinde imzalamak zorunda kaldığı “Mondros Mütarekesi”yle, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’la birlikte kaybeden taraf olduğunu kabul etmişti. 18 Ocak 1919 da toplanan “Paris Konferansı” sonrasında yeni bir Avrupa düzeni kurularak, Milletler Cemiyetinin (Cemiyet-i Akvam) ihdası kararlaştırılmıştı. Bu dünya düzeninde, yeni kurulan bir devletin büyük bir devlet tarafından Milletler Cemiyeti adına yönetilmesi esasına dayanan Mandater Sistem düşüncesi kabul edilmişti. Paris Konferansı’ndan sonra, İtilaf Devletleri, 19 Haziran 1919 da imzalanan Versailles Barış Antlaşması ile Bismarck (Bismark)ın kurduğu Almanya’yı yıkıp, 10 Eylül 1919 tarihli Saint-Germain Antlaşması ve 4 Haziran 1920 tarihli Trianon Antlaşması ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu tarihe gömmüşlerdi. 27 Kasım 1919 tarihli Neuilly Antlaşması ile de Bulgaristan topraklarını parçalamışlardı. İtilaf Devletleri Osmanlı devletini sona bırakmış, 1919 yılı itibariyle henüz bir barış antlaşması yapmamışlardı.

 

I.Dünya Harbi devam ederken savaşın kaybedileceğinin farkında olan Enver Paşa, mütareke sonrası Azerbaycan ve Kafkasya’da yeni bir mücadele sahası oluşturmaya karar vermişti. Henüz mütareke imzalanmadan, Haziran 1918’de Enver Paşa’nın kardeşi Nuri (Killigil) Paşa komutasında Azerbaycan’da İslam Ordusu ve görevi Kafkasya ve Güney Azerbaycan’ı işgal etmek olan Yakup Şevket (Subaşı) Paşa komutasındaki 9. Ordu kurdurulmuş, kurulan orduya Kafkas Orduları Grubu adı verilmiş ve grup komutanlığına Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa getirilmişti. (Milli Mücadele döneminde Kazım Karabekir’in komuta ettiği XV. Kolordu, bu 9. Ordu’nun birliklerinden teşkil edilmişti.)

 

İttihat ve Terakki, Mondoros Mütarekesi’nden sonra yaptığı nihai kongresinde kendisini fesh etmiş, lider kadrosu yurt dışına kaçmıştı. İttihat ve Terakki’nin son kongresinin toplandığı günün gecesi (1/2 Kasım 1918) Talat Paşa, Enver Paşa, Bahattin Şakir, Cemal Paşa, Hacı Adil Bey, Kur. Alb.Trabzonlu Nuri Bey ve diğer İttihatçıların katıldığı toplantıda, devletin kurtuluşu için mücadele etme ve bu mücadelenin “Müdafaa-i Hukuk” teşkilatları adı altında yapılması kararı alınmıştı. İzleyen günlerde, Talat Paşa kendisine bağlı Karakol Teşkilatı ile Batı Anadolu’daki örgütlenmeyi gerçekleştirecek, Enver Paşa’da Teşkilat-ı Mahsusa mensupları ile Doğu Anadolu’nun teşkilatlanmasını sağlayacaktır. Nitekim, mütarekeden hemen sonra, 6 Kasım 1918’de batıda verilecek mücadeleyi organize etmek üzere İzmir’de “Müdafaa-i Hukuku-u Osmaniye Cemiyeti”,  doğuda yürütülecek mücadele için, 2 Aralık 1918’de İstanbul’da “Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti” kurulmuştu. Bu cemiyetlerden Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti bir yıl sonra Erzurum Kongresi’ni organize edecek, Müdafaa-i Hukuku-u Osmaniye Cemiyeti Ege’de Yunan işgaline karşı silahlı direnişi başlatacaktı.

İttihat ve Terakki’nin 1 Kasım 1918 tarihinde başlayan son kongresinde kendisini feshetmesinden sonra, bu bünyeden iki parti doğmuştu. Bunlardan birisi İsmail Canpolat ve arkadaşları tarafından kurulan “Teceddüt Fırkası”,  diğeri Ali Fethi (Okyar) Bey’in kurduğu “Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası” idi. Talat Paşa’nın talimatıyla, İttihat ve Terakki bütün mal varlığı ve taşra teşkilatları ile birlikte Teceddüt Fırkası’na devrolunmuştu. Bu fırkalarda daha ziyade, Enver Paşa muhalifi olan ancak Talat Paşa hizbine mensup bulunan ittihatçıların yer aldığı görülüyordu. Ayrıca, içinde her iki parti mensuplarının da yer aldığı, gizli “Karakol Cemiyeti” teşekkül etmişti.

 

İttihat ve Terakki’nin çok sayıda üst yöneticisinin yurt dışına çıkmış veya Malta’ya sürülmüş olmasına rağmen İttihat ve Terakki’nin mebusları, ordu komutanları,  valileri, zabitleri ve mahalli teşkilatları hiyerarşik yapısıyla hala ayaktaydı. Askeri, mülki ve mahalli teşkilatlara nüfuz etmiş bulunan İttihat ve Terakki dışında hiçbir örgütlü yapı mevcut değildi. “Karakol Cemiyeti”nin bu mevcut yapı içerisinde teşkilatlanması hiçte zor olmamıştı.  Bu gizli örgüt, Talat Paşa’nın talimatı ile Kara Kemal, Kara Vasıf ve Galatalı Şevki Bey tarafından kurulmuştu. Cemiyet gerek ülkenin batısında gerek doğusunda, 1918 sonbaharından itibaren müdafaa-i milliye hareketlerini örgütlemeye başlamıştı. Rauf Bey ve Kara Kemal ile Kara Vasıf Beyler Karakol Cemiyeti’nin kamuoyunda görünen liderleriydi.

13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa, burada Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası lideri Ali Fethi Bey, Teceddüt Fırkası lideri İsmail Canpolat, Karakol Cemiyeti’nin liderleri Rauf Bey ve Kara Kemal ile temasa geçmiş, ittihatçıların bu önemli şahsiyetleri ile birlikte sürekli toplantılar yapmaya başlamıştı.

Osmanlı milletinin müstemleke haline getirilmesine karşı mücadele etmek üzere teşkilatlanan ittihatçıların, 1919 baharına kadar İstanbul’u terk etme ve Anadolu’yu merkez tutarak mücadeleyi oradan yönetme fikri bulunmamaktaydı. Hareket merkezi İstanbul olan bir mücadele esas alınmıştı. Ancak, 21 Aralık 1918’de Meclis-i Mebusan’ın süresiz tatil edilmesi, daha sonra lider kimlikleri ile öne çıkan İsmail Canpolat, Hüseyin Kadri, Kara Kemal ve Ali Fethi Bey’in tutuklanması ve nihayet Teceddüt Fırkası ve Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası’nın 5 Mayıs 1919’da aynı gün kapatılmasıyla İstanbul’da siyaset yapma imkanı ortadan kalkmıştı. Üstelik İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilmişti.

İtilaf devletleri Osmanlı Devletiyle bir barış antlaşması yapılmasını sona bırakmıştı. Çünkü Osmanlı Devletinin statüsü, diğer müttefikleri olan Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’dan farklıydı, bir barış antlaşması için sadece topraklarını parçalamak yeterli değildi. Kendi dominyonları üzerinde etkisi olan Hilafet kurumu yaşadığı müddetçe İngiltere kendisini rahat hissetmiyor, bu kurumu tasfiye edecek uygun bir yöntem arıyordu. Türkiye ile ateşkes imzalanmasından bir yıl geçtiği halde, bir barış antlaşması imzalanmaması Yunanistan’ı endişeye sevk etmişti. Yunan Başbakanı Venizelos, Mayıs 1919’daki işgal öncesinde, İngiltere Başbakanı’na gönderdiği bir muhtırada, Paris Konferansı kararlarını Türkiye’ye kabul ettirmek için Yunan Ordusu’nun Türk topraklarını işgal etmesini teklif ediyor, gecikildiği takdirde askeri örgütlerini tamamlamak için genç Türklerin ihtiyaç duydukları zamanı kazanacaklarını, konferans kararlarına direnme gücü bulacaklarını iddia ediyordu. Venizelos Yunan Hükûmeti İkinci Başkanlığına gönderdiği bir telgrafta, “Türk İmparatorluğu’nun ortadan kaldırılması işini yüklenirsek bu iş İngiliz ve Yunan kuvvetlerinin başaramayacağı bir iş olmayacaktır. Zannımda aldanmayarak diyebilirim ki Yakındoğu’da doğal durum İngiltere’nin olabildiğince güçlendirmeye çalışacağı Yunan Ordusu’na dayanacaktır.” diyordu.

İttihat terakki’nin güçlü lideri Talat Paşa kendi hizbine, İtilaf devletleri ile bir barış antlaşması yapılana kadar Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğine destek olmalarını işaret etmişti. İttihatçılara muhalif olması, Ermeni tehcirinden sorumlu tutulmaması dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa İtilaf Devletleri nazarında kötü bir sicile sahip değildi. Talat Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’yı emanetçi olarak gördüğü, bir barış antlaşması imzalandıktan sonra memlekete dönerek yönetimi ele almayı tasarladığı İttihatçıların kendi aralarındaki yazışmalardan anlaşılmaktadır. Liderlik potansiyeli taşıyan ittihatçıların tutuklanmaları, geç bir tarihte İstanbul’a gelen ve örgüt yapılarının içinde bulunmayan Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğe giden yolunun açılmasında kilometre taşı olmuştu. Lider kadroların 1919 başında tutuklanmasından sonra, mücadelenin Anadolu’ya taşınması zaruret haline gelmişti. Mustafa Kemal Paşa 16 Mayıs 1919’da, Rauf Bey 24 Mayıs 1919’da İstanbul’u terk ederek Anadolu’ya geçmişlerdi.

“Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti” merkezi, Erzurum şubesine 24 Mayıs 1919 tarihli yazı göndererek Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal Paşa’ya yardımcı olunmasını istemişti. Trabzon ve Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri tarafından 30 Mayıs 1919’da Erzurum’da bir kongre düzenlenmesi kararı alındıktan sonra, Mustafa Kemal Paşa Rauf Bey’le birlikte Erzurum’a gitmiş ve orada teşkil edilen Heyet-i Temsiliye’nin başkanı seçilmişti. Ancak Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığına muhalif kalmış, Trabzonlu ittihatçılar Sakarya Zaferine kadar Ankara’ya biat etmemişti.

7 Ağustos 1335 (1919)tarihli Şarkî-Anadolu Vilayâtı’nın Erzurum Kongresi Beyannamesi’nin 2. maddesinde, kongrenin amacı “Osmanlı Vatanı’nın Tamâmiyyeti ve İstiklâli Millimiz’in Te’mini ve Makamı Saltanat ü Hilafet’in Masûniyyeti içün, Kuvâyî Milliyye’yi ‘amil ve İrâdei Miliyye’yi hakim kılmak esastır.” cümlesiyle tarif ediliyordu. Bu amaç, 4 Eylül 1919’da Sivas’ta toplanan Kongre’de delegelerin ettiği yeminde tekraralanacaktı. Bu yemin Makam-ı celil-i hilafet ve saltanata, İslâmiyete, devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye ve emelimiz olmadığına binaen kongrenin müzakeresi devamı müddetince ihtirasat-ı şahsiye ve siyasiyeden ve fırkacılık amalinden münezzeh bir azim ve iman ile çalışacağıma ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ihyasına çalışmayacağıma namusum ve bilcümle mukaddesatım namına vallah, billah

Enver Paşa hizbinin önemli isimlerinden kardeşi Nuri Paşa (Killigil) Batum’daki hapishaneden, amcası Halil Paşa ile İttihat ve Terakki Partisi Genel Merkez üyesi Küçük Talat Bey’de tutuklu bulundukları Bekirağa Bölüğü’nden kaçarak harekete destek vermek üzere Anadolu’ya geçmişlerdi. Halil Paşa, izleyen günlerde Mustafa Kemal Paşa tarafından Bolşeviklerle ilişki kurmakla görevlendirilecekti.

Erzurum Kongresi’ni müteakiben Eylül (4-11 Eylül 1919) başında toplanan Sivas Kongresi ‘nde Mustafa Kemal Paşa Kongre Başkanlığı’na seçilmişti. Kongre Genel Kurulu’nun ve komutanların Padişah’a çektiği telgraflar Hükûmet tarafından engellenince, Kongre Genel Kurulu imzasıyla, meşru bir hükûmet başa geçinceye kadar bütün komutan ve idarecilere İstanbul’la bağlantının kesilmesi emredildi. Damat Ferit’in meşru bir hükûmeti temsil etmediği yabancı komiserlik ve elçiliklere de bildirildi. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (ARMHC) Temsil Heyeti, Sivas’ta geçici bir hükûmet gibi çalışmaya başlamıştı. ARMHC Temsil Heyeti, yapılacak en önemli işin yürürlükteki kanunlara göre seçimlerin yapılması olduğunu her tarafa bildirdi. 15 Eylül 1919’da Mustafa Kemal Paşa Heyet-i Temsiliye’nin milletin yetkili makamı olduğunu Sivas’tan ilân etti. Artık Türkiye’de ikili bir iktidar yapısı doğmuştu. Bu arada, Karakol teşkilatı ile Mustafa Kemal Paşa bir yandan müşterek hareket ederken diğer taraftan aralarında karar alma ve liderlik konusunda çekişmeler çıkmaya başlamıştı.

1919 Ekim’inde Damat Ferit Hükûmeti düşürüldükten sonra yerine Ali Rıza Paşa Hükûmeti kurulmuştu. Harbiye Nâzırı Cemal Paşa, Kabine adına Mustafa Kemal’e gönderdiği telgrafta, “Hükûmetimiz, sizinle aynı fikirdedir ve millî iradenin egemenliğini kabul eder. Hükûmetimiz, devletin dışarıya karşı şeref ve haysiyetini iade için millî iradeye ve Heyet-i Temsiliye’ye dayanacaktır.” açıklamasında bulunur. Heyet-i Temsiliye, millete bir bildiri yayımlayarak İstanbul Hükûmeti ile tam bir anlaşma sağlandığını, Damat Ferit Paşa Hükûmeti’nin istifası ve Ali Rıza Paşa Hükûmeti’nin kurulması ile devletin genel birliğinin tamamlandığını bildirir. Kısa zamanda seçim yapılması kararlaştırılır. Ardından mebus seçimleri yapılır.

Heyet-i Temsiliye, yeni seçilen mebuslar aracılığıyla Meclis-i Mebusan’da bir “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu” oluşturulmasını, meclisin kontrol altına alınmasını, Meclis Başkanlığı’na Mustafa Kemal’in seçilmesinin sağlanmasını, Sivas Kongresi kararlarının Meclis’e onaylatılmasını kararlaştırır. Heyet-i Temsiliye, Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı daha yakından izlemek amacıyla, İstanbul’la demiryolu bağlantısı olan Ankara’ya yerleşmek üzere Sivas’tan ayrılır. Mustafa Kemal Paşa esasen meclisin İstanbul’da toplanmasına karşıdır. Onun meclis için uygun gördüğü yer Bursa’dır.

14 Ocak 1920’de Meclis-i Mebusan İstanbul’da açılır. Heyet-i Temsiliye ile irtibatlı mebuslar mecliste bir grup kurarlar. Ancak Grup, önceden kararlaştırıldığı gibi “Müdafaa-i Hukuk Grubu” adını değil, Sultan Vahdettin’in bir konuşmasında geçen Felâh-ı Vatan kavramından mülhem olarak, “Felâh-ı Vatan Grubu” adını alır. Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis-i Mebusan’a gönderdiği tebrik mesajı okunmadığı gibi, daha önce kararlaştırıldığı halde, Mustafa Kemal meclis başkanlığına aday da gösterilmez. Rauf Bey, Ankara’ya gönderdiği telgrafta, mebusların Mustafa Kemal’e büyük saygı duyduklarını, fakat Meclis Başkanı seçilmesini değil, dışarıdan nigehbân (bekçi, gözcü) olarak milletin başında kalmasını uygun gördüklerini bildirir. Meclis’in açılması ile birlikte İstanbul tekrar siyaset merkezi haline gelmiş, burada Karakol Cemiyeti inisiyatifi ele geçirmiş, emanetçi olarak görülmekte olan Mustafa Kemal Paşa etkinliğini yitirmeye başlamıştır. Paşa gönderdiği pek çok telgrafına cevap bile alamamıştır.

İstanbul’un tekrar güç merkezi haline geliyor olması karşısında, Mustafa Kemal Paşa Anadolu’da tam bir yalnızlığa itilmişti. Bu sırada, 16 Mart 1920 tarihinde, İstanbul İtilaf devletleri tarafından resmen işgal edilir ve Meclis-i Mebusan İngiliz askerleri tarafından basılarak Rauf Bey ve Kara Vâsıf’ın da aralarında bulunduğu bazı mebuslar tutuklanarak Malta’ya sürülürler. Bu tutuklamadan sonra Karakol Cemiyeti gücünü kaybetmeye ve dağılmaya başlayacaktır. Meclis, 11 Nisan 1920’de Padişah tarafından resmen kapatılır. Son Osmanlı meclisinin en önemli fonksiyonu Şubat ayındaki müzakereler sonucunda Misâk-ı Milli’yi onaylaması olmuştur.

İstanbul’un işgali ve Meclisin kapatılmasından sonra, güç merkezi Anadolu’ya geri dönmüş,  Türkiye’nin yönetim merkezi Ankara, yönetim makamı da Heyet-i Temsiliye olmaya başlamıştı. Rauf Bey ve Kara Vâsıf gibi Karakol teşkilatının güçlü liderlerinin tutuklanması, Mustafa Kemal Paşa’nın milli mücadeleyi yürüten hareketin tek lideri haline gelmesini sağlamıştı. Heyeti Temsiliye Meclis’in Ankara’da toplanması için 19 Mart tarihinde bir seçim bildirisi yayımlamıştı. 23 Nisan 1920’de Ankara’da Millet Meclisi toplandıktan sonra meclis başkanı olarak seçilen Mustafa Kemal Paşa ve onun riyasetindeki icra vekilleri heyeti Anadolu’nun yasama ve yürütme organları haline gelmişti. Bu dönemden itibaren İstanbul ile Ankara arasındaki ilişkiler tamamen kopmuş, Ankara Hükûmeti, İstanbul Hükûmeti’nin 16 Mart 1920’den sonra yaptığı ve bundan sonra yapacağı atama ve terfileri geçersiz saymıştı.

Memleket dâhilinde bu işler yürürken yurtdışına kaçan ittihatçı liderler, “emperyalizmle mücadele için yurtdışında yardımcı kuvvetler vücuda getirmenin gerekli olduğuna, bu gücün Türk ve İslâm âleminde bulunduğuna” olan inançla, mücadelenin yurtdışı ayağını oluşturmaya koyulmuşlardı. İttihatçı liderler 3 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’u terk ettikten sonra Enver Paşa Kafkasya’ya geçmek için gruptan ayrılmış, diğerleri Almanya’ya geçmişlerdi. Talat Paşa, Almanya’ya giriş yapar yapmaz, işgal altındaki ülkelerini terk etmek zorunda kalan birçok Arap ve diğer Müslüman ülke temsilcilerini etrafına toplayarak işgalci güçlere karşı bir kıyam hareketi örgütlemeye başlamıştı. Bu amaçla 1919 Aralık başında Zürih’te bir kongre gerçekleştirmiş, Tunus, Cezayir, Mısır, Fas ve Hint temsilcilerinin katıldığı bu toplantıda, Türklerin desteğiyle Tunus, Cezayir ve Fas’ın Fransız işgalinden kurtarılması kararı alınmıştı. Talat Paşa Berlin’de “Şark Kulübü (Orient Klub)” adı altında bir dernek kurmuş, bu Kulüp kısa zamanda İttihatçıların, Mısır, Suriye, Hindistan, Afganistan, Türkiye, Azerbaycan, Tunus, Fas, Cezayir ve İran temsilcilerinden oluşan ihtilalcilerin buluşma mekânı haline gelmişti. Müslüman ülke temsilcileri dışında, İtilaf devletlerine karşı koyan Almanlar ve Bolşevikler de Talat Paşa’nın çevresinde yer almıştı. Şark Kulübü(Orient Klub)’ü Roma’da da şube açmıştı.

 

Yazımızın I. Bölümünde anlattığımız Sivas’ta gerçekleştirilen İslâm Kongresinden sonra, 1920 Mayıs’ında Berlin yakınlarında, Strausberg’de,  ikinci bir İslâm Kongresi toplanmış ve bir faaliyet programı benimsenmişti. Toplantıya katılanlar şunlardı: Mısır; Şeyh es Seyid Abdülmecid el-Bekr, Madjub Sabit Bey, Abdülaziz Çaviş, eş-Şeyh Mehmed Necid Efendi, Türkiye; Küçük Talat Bey, Hasan Fehmi Efendi, Fevzi Efendi, Bahattin Şakir, Tunus; Şeyh Salih et-Tunusi, es-Seyid Mehmed Ganimi, Mustafa Şefik Bey, Rusya; Reşid Efendi, Mehmed Begof, Cafer Bey, Emin Kekirof, Hacı Mecdi Efendi, Suriye; Mehmed İhsan Bey, Bulgaristan; Hafız Sadık Bey, İran; Mirza Hüseyin Daniş Bey, Hacı Musib Efendi, Seyid Abdüsselam.

Talat Paşa Almanya’da Bolşeviklerle de temas kurmuştu. Berlin Fransız Büyükelçiliği’nin düzenlediği 29 Mayıs 1920 tarihli istihbarat raporuna göre, Talat Paşa’nın başkanlığında Türk-Sovyet Cumhuriyeti yöneticileri toplanmış ve birlikte mücadele kararı almışlardı. Gerek dâhildekiler (Ankara) gerekse hariçtekiler İtilaf devletlerine karşı mücadelede Bolşeviklerin hem ideolojik hem de maddi desteğine çok önem veriyorlardı.

Nitekim Cemal Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın Talat Paşa’ya yazdığı 29 Şubat 1920 tarihli cevabi mektubunda varılan mutabakat çerçevesinde (Yazımızın II. Bölümünde bu mutabakat geniş olarak anlatılmıştır), İngilizlere karşı Hint Müslümanlarını ayaklandırma projesini gerçekleştirmek üzere Moskova’ya gitmişti. Mustafa Kemal Paşa bahse konu mektubunda “Türkiye’nin menafine (menfaatına) yönelik her türlü muhasala-i mesaîyi hürmetle karşılarım.” sözleriyle, Ankara’nın gücü yeten herkesin millet menfaatine hizmet etmesine rıza göstereceğini ifade ediyordu. 27 Mayıs 1920 günü Moskova’ya varan Cemal Paşa, Bolşevik Hükûmetine biri açık diğeri hafi (gizli) olmak üzere iki itilâfname hazırlayarak sunmuştu. Hâfi teklifnâme, İngilizlere karşı İran’da ve Hindistan’da ihtilal tertiplenmesi projesini içermekteydi. Bu projeye göre, Moskova’daki merkezde Enver Paşa bulunacak, İran ihtilâl harekâtını Halil Paşa, Hindistan ihtilâlini ise Cemal Paşa idare edecekti. Ruslar bu projeye muvafakat göstermişlerdi. Cemal Paşa Mustafa Kemal Paşa’e yazdığı 03 Haziran 1920 tarihli mektubunda, bu gelişmeler hakkında bilgi verdikten sonra, bütün ruh ve fikrini işgal eden emelin Taşkent’e gitmek, oradan İngilizlere karşı Hindistan dâhilinde ihtilâller tertip etmek olduğunu belirttikten sonra, mektubunda Mustafa Kemal Paşa’ya bu ihtilal projesine muvafakat edip etmeyeceğini ısrarla sormuştu. Diğer taraftan aynı mektupta, Mustafa Kemal Paşa’dan Suriye, Irak ve Mısır’da yapmakta olduğu teşebbüsat hakkında kendisinden malûmat talep ediyordu. Zira aralarında varılan mutabakata göre, bura Müslümanlarını örgütleme görevi Mustafa Kemal Paşa’ya aitti.

Afgan Emirinden, Afganistan ordusunun tensik ve tanzimi vazifesini alan Cemal Paşa, Kabil’de vazifeye başlamıştı. Ruslardan nefret ettiği için İngilizlere daha meyyal olan Afgan Emiri’ni ikna ederek, Afganistan’ı İngilizlere kaptırmamak için Afgan-Rus muahedesini tasdik ettirmişti. Cemal Paşa’nın yazdığı müteaddit mektuplara Mustafa Kemal Paşa’nın ilk cevabi mektubu 8 ay sonra gelmişti. 11 Ekim 1920 tarihli mektubunda Mustafa Kemal Paşa, gerek Cemal Paşa’nın gerek Enver Paşa’nın Türkistan, Afganistan ve Hindistan dahilinde “düşman-ı azâmimiz olan İngiltere”ye karşı yürüttükleri mücadeleyi takdir ettiğini bildiriyor, ancak Anadolu’da ihtiyaç olduğu gerekçesiyle, Cemal Paşa’nın mektuplarında talep ettiği subay kadrosunu gönderemeyeceğini belirtiyordu. Cemal Paşa 21 Temmuz 1922 tarihinde Tiflis’te Ermenilerce şehit edildiği tarihe kadar bu mücadelesine devam etmişti.

Enver Paşa’ya gelince, İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Moskova’ya gitmeyi başaramayan Enver Paşa Berlin’e dönmek zorunda kalmıştı. İttihatçı liderler Berlin’de, Komünist Enternasyonal’in genel sekreteri Karl Radek’le İngiliz emperyalizmine karşı bir Sovyet-Müslüman ittifakı kurmaya karar vermişlerdi. Karl Radek, Enver Paşa ve Talat Paşa’yı Moskova’ya davet etmiş, Talat Paşa Berlin’de kalmayı tercih ederken, Enver Paşa Moskova’ya gitmek üzere harekete geçmişti. Enver Paşa’nın 1919 Aralık ayının ilk günlerinde başlayan Moskova’ya gitme teşebbüsü hep aksiliklerle kesilmiş, Enver Paşa yaşadığı çeşitli maceralardan sonra, ancak dokuzuncu ayda, 15 Ağustos 1920’de Moskova’ya varmayı başarmıştı. Enver Paşa Moskova’da başta Çiçerin ve Karahan olmak üzere Bolşevik liderlerle görüşür. Sovyet-Alman temaslarında arabuluculuk görevini üstlenir. Enver Paşa Bolşeviklere, ortak düşman İngiliz emperyalizmine karşı birlikte mücadele etme ve İslâm ülkelerinde ihtilal cemiyetleri kurma teklifinde bulunur. 1 Eylül 1920’de Bakü’de toplanan “Şark Milletleri Kurultayı”na Fas, Tunus, Cezayir ve Trablus temsilcisi olarak katılır. Ekim 1920’de Berlin’e dönen Enver Paşa, ”İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı”nı (İİCİ) kurar. Yapılacak ilk kongreye kadar geçerli olacak protokole göre, cemiyetin merkezi Moskova’da bulunacak, Enver Paşa cemiyetin genel başkanı ve başkomutanı olacaktır. İngiliz istihbarat raporlarına göre Enver Paşa, “İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı” (İİCİ)nda, Mısır Milliyetçileri, Anadolu Hareketi, İttihad ve Terakki, Hint Milliyetçileri, Afgan Yurtseverler Ligi, Kafkasya Müslümanları, Çerkezler, Dağıstanlılar Birliği, Rusya Müslümanlar Kongresi, İran Milliyetçileri Ligi gibi örgütleri bir araya getiriyordu. 1921 Ocak’ında İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı’nın İstanbul şubesi açılmış, Enver Paşa 20 Şubat 1921’de Moskova’ya geçmişti.

Mustafa Kemal Paşa, Talat Paşa’ya gönderdiği 25 Ekim 1920 tarihli mektubunda “…zât-ı âlinizin garp âleminde, bizim anavatanda ve diğer rüfekayı mesainin de memâlik-i şarkiyede (şark memleketlerinde) mütevâziyen hareket ve müttefikan bezli mesai ve gayret etmeleri halâs-ı memleket(memleketin kurtuluşu) ve selâmet-i millet için âzamî derecede istifadenin şartı mukaddemidir(ilk şartıdır).” ifadesiyle, yurtdışında mücadeleyi yürüten İttihatçı liderlerle şubat ayında yapılan mutabakatı tekrarlıyordu.

Mustafa Kemal Paşa da İslam âlemi ile yoğun bir şekilde irtibatı devam ettiriyordu.  Mustafa Kemal Paşa, Talat Paşa’ya yazdığı 29 Şubat 1920 tarihli mektupta bu işbirliğinin hedefini şöyle açıklıamıştı: “…muhtelif İslâm kitlelerini mazhar-ı istiklâl olmak için bugün Türkiye’ye musallat olan düşmanlar aleyhine tahrik etmek ve bu suretle Türkiye’nin tazyikini tahfif (hafifletme) kuvva-i maddiye ve maneviyyesini âzami menâfii istihsal edebilecek surette daha serbest kullanmak. Ve âtiyen istiklallerini kurtaracak olan İslâm kitleleriyle konfederasyon halinde birleşmek.” Suriye, Irak ve Mısır’da İngiliz ve Fransız işgaline karşı direnen bağımsızlık hareketleri ve liderleri ile teması yürütüyordu. Mustafa Kemal Paşa bir konuşmasında Haziran 1920 tarihine kadar uzanan bir zaman dilimi içerisinde, kendilerine muayyen önerilerde bulunduğu birçok Arap liderleriyle antlaşmalar akdettiğini açıklamıştı. Bu dönemde, Milli Mücadele’ye fiilen hizmet etmek üzere Anadolu’ya gelen Libya’lı Şeyh Ahmet eş-Şerif es-Senusi ve Süleyman Baruni Lozan anlaşması imzalanana kadar Mustafa Kemal’in yanından ayrılmayarak milli mücadelenin İslâmi kimliğinin sembolleri olmuşlardı.

 

İngiliz istihbarat raporlarına göre, Necef Şeyhi adına Mustafa Kemal’e gönderilen bir mektupta, cihadın ilan edileceğine dair tam destek sözü verilmiş ve Belucistan, İran, Hindistan ve Hadramut şubelerine gerekli talimatların verileceği belirtilmişti. (İngiliz F.O: 141/433/10770.) Suriye Araplarının önderi Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal ile Mustafa Kemal arasında 1919 Haziranı’nda bir anlaşma yapılmıştı. Yapılan anlaşmada; Türk ve Arap milletlerinin İslam dünyasındaki mevcut bölünmüşlüğün ortadan kaldırılmasını vazifeleri olarak telakki ettikleri açıklanmakta, yapılacak barış konferansının İslam ülkelerinin yabancı devletler arasında paylaştırılması yolunda bir karar vermesi durumunda, hemen o günün ertesinde cihad ilan edilmesi öngörülmekte, Arapların Türk devletine ve Hilâfet’e sadık kalmaları şartıyla, Türk Hükûmeti, Arap toprakları üzerinde bir Arap devletinin kurulmasını kabul etmekte, detayları sonra kararlaştırılmak üzere Şerif Hüseyin’i Arap Hükûmeti’nin başı olarak tanımaktaydı. Ayrıca Şerif Hüseyin ordusunun işgali altında bulunan yerlerde okunacak Cuma hutbelerinde halifenin isminin anılması ve bir beyanname ile Arapça konuşan ülkelerde cihadın ilan edilmesi, tüm Arap şeyhlerinin bu gaye etrafında birleşmesi ve bir milli ordunun kurulması ve ayrıca Şerifin bu antlaşmanın aslını diğer ülkelere de bildirmesi benimsenmekteydi.(F.O: 371/4233. 123318. ve F.O: 141/430/5411; F.O: 371/4233. 119392.)

Suriyelilerle de ortak düşmana karşı mücadele kararı alınıyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın 9 Ekim 1919’da Halep ve Şam’da Suriye halkına hitaben yayımladığı beyannamede; maksatlarının ülkeyi ve İslâm’ı yok olmaktan kurtarmak olduğu, Allah’ın yardımı ile inananların düşmana karşı savaşmaya karar verdikleri, Konya ve Bursa’dan düşmanın atıldığı ve hakka güvenen mücahitlerin yakında Arap kardeşlerinin ziyaretine gelecekleri, düşmanı defedecekleri ve artık dinde kardeş olarak yaşamak gerektiği ifade ediyordu. (F.O: 371/4233/156717. 16 November 1919) Halep ve Şam’da teşkilatlanan İstikbal, Yakındoğu Kurtuluş Cemiyeti, İslam Cemiyeti adlı örgütler, Anadolu’daki mücadeleyi desteklemeleri yolunda Suriyelileri teşvik ediyor ve bu yönde faaliyetlerde bulunuyorlardı. Mustafa Kemal, Suriye milliyetçileriyle olan yazışmalarında, Suriye, Irak ve Türkiye arasında, bu ülkeler özgürlüğe kavuştuktan sonra, bir konfederasyon kurulması yönünde milliyetçi örgütler tarafından ileri sürülen önerileri kabule hazır olduğunu bildiriyordu.

İngiltere üzerinde en fazla baskı yapan unsur Hindistan halkıydı. Gerek Müslüman gerek Hindu Hindistan halkı, Türkiye topraklarının parçalanmamasına karşı çıkıyordu. Gandi  7 Eylül 1919 tarihli bir Hint gazetesine gönderdiği yazıda, “Türkiye meselesi, Hindistan’daki 70 milyon Müslüman’ı, dolayısıyla bütün Hindistan’ı ilgilendiriyor. Müslümanların isteği, Türk topraklarının temiz kalmasıdır, Türkiye’nin parçalanmamasıdır.” diyordu. 21 Eylül 1919 Hindistan’ın Lucknov kentinde toplanan İslâm Kongresi’nde, Türkiye lehine gösteriler yapılmıştı. 14 Ekim 1919’da Hintli Müslüman önderlerden Ağa Han’ın raporu, İngiliz Hindistan Bakanı Montagu tarafından kabineye sunulmuştu. Raporda, “Türkler tarih boyunca yabancı boyunduruğuna boyun eğmediler; Türkiye’nin bölünmesi, Hindistan’da sonu gelmez olaylara yol açar. Hintliler için Türkiye meselesi bir ölüm-kalım meselesidir” deniyordu. İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon,  21 Ekim 1919 tarihinde Atina Büyükelçisi’ne çektiği telgrafta, Hindistan’da Türkiye lehine yapılan gösterilerden duyduğu telâşı dile getiriyor “İstanbul, Türkiye toprakları dışında bırakılırsa Doğu Dünyası’nın her yanında kargaşalık çıkacak ve ayaklanma olacak; hatta İngiltere’nin Hindistan’daki durumu güçleşecek” diyordu. 8 Kasım 1919’da Hindistan’ın Delhi kentinde toplanan İslâm Kongresinde de Türkiye lehinde gösteriler yapılmıştı. İngilizlerin İstanbul’u Türklere bırakmak hususundaki karar değişikliği, Hint Müslümanlarının olağanüstü baskısıyla gerçekleşmişti.

 

Hindistan Hilafet Komitesi adına başkanı Muhammed Ali Anadolu’ya gelerek Milli Mücadele önderleri ile görüşmüş, Anadolu’daki Milli Mücadele hareketine yardımda bulunmak ve oraya silah sevkiyatı yapmak maksadıyla Hindistan’da para toplanmıştı. Hindistan Müslümanları sadece siyasi destek ve para yardımıyla yetinmemiş, çok sayıda Hintli Müslüman Anadolu’ya savaşmak için gelmişti. Diğer taraftan Hindistan Hilafet Komitesi 1920 yılında Hükûmetler nezdinde bazı girişimlerde bulunmak üzere Avrupa ülkelerine bir seyahatte bulunmuştu. İngiliz Başbakanı Lloyd George, 26 Şubat 1920 tarihinde Avam Kamarası’nda, İstanbul’u niçin Türklere bıraktıklarını şöyle izah ediyordu; “İngiliz İmparatorluğu nüfusunun dörtte birinden fazlası İslâm’dır. Hindistan Müslümanları sözümüzde durmamızı istiyorlar. Türklere zaten müthiş cezalar veriyoruz.” Hindistan Hilâfet Komitesi 28 Mayıs 1920 tarihli toplantısında Sevr Antlaşması’nı protesto için İngiliz Hükûmeti’yle işbirliği yapmama kararı almıştı. Hint Hilafet Komitesi’nin Chotani imzasıyla işgalci devletlere hitaben yayımladığı ve 5 Mart 1922’de Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlanan bildiride: “Barış şartları, Hindistan Hükûmet ve ahalisi için bir hakarettir. Yunanistan’ın buralarda bir mevkii olamaz. Müttefiklerin İslâm alemi ile barışmasının ilk şartı, Yunanistan’ın Türk arazisini terk etmesidir. Edirne ve Gelibolu dahil, Trakya Türkiye’ye iade edilmelidir. Halife, dini himaye edebilecek bir mevkide bulunmalıdır.” deniyordu.

 

Irak aşiret reislerinden Uceymi Paşa, Diyarbakır’a gelmiş ve Milli Mücadele önderlerine Irak halkının hilafet makamına bağlı bulunduklarını ifade etmişti. Bu dönemde Musul’daki ileri gelen önderler ve özellikle Bağdat Partisi, Mustafa Kemal ve Türk halkı yanında yer alma tercihinde bulunmuşlardı.

 

Afganlı Müslümanlar da desteklerini esirgememiş, Afgan Elçisi Sultan Ahmed Han 1920 yılında Mersin ve Adana’yı ziyaretlerde bulunarak buralarda İslâmi idealini, İslâm ittihadını destekleyen konuşmalar yapmış, Bolşevizmi şiddetle kınayan beyanlarda bulunmuş, nihayet 1 Mart 1921’de Türkiye ile Afganistan arasında Moskova’da bir dostluk anlaşması imzalanmıştı.

 

Mondoros Mütarekesinden sonra memlekette esmekte olan Amerikan Mandacılığının yerini 1920’lerden itibaren Bolşeviklik rüzgarı almaya başlamıştı. Emperyalizmle mücadelede Bolşevik Rusya tabii müttefik olarak görülüyordu. Bolşeviklerle işbirliği, aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa ve yurtdışındaki ittihatçıların iktidar mücadelesinde, çatışma alanını da oluşturmuştu.

1919 sonundan itibaren hem Mustafa Kemal Paşa hem de İttihatçılar Bolşeviklerle ilişki kurmuştu. Bolşeviklerle müzakerelerin ilk başlarında, Mustafa Kemal Paşa ve Berlin’de bulunan ittihatçı liderler kendilerini, birlikte yürütülen bir hareketin farklı kolları olarak takdim ediyorlardı. İki taraf arasında ilk çatışma Karakol Cemiyeti’nin Sovyetlerle yapmış olduğu anlaşma dolayısıyla çıkmıştı. Karakol Cemiyeti kurucularından Bahâ Said Bey, 11 Ocak 1920 Pazar günü Bakü’de, “Karakol Cemiyeti ve Uşak Kongresi Heyet-i İcraiyesi adına hareket eden Kafkasya’daki murahhas” kimliğiyle, Sovyetlerle 15 maddelik anlaşma metni imzalamıştı. Anlaşmaya göre, “Karakol Cemiyeti Batum, İran, Afganistan ve Hindistan’da İngiltere’ye karşı ayaklanmalar düzenlemek için hemen işe koyulacak ve Sovyetler de gereken para, silâh vesaireyi sağlayacaklardır. Rus Hükûmeti, kurtarılacak olan bu ülkelerin iç işlerine hiç karışmayıp onları kendi müttefiki sayacaktır.”

Karakol Cemiyeti’nin kendi inisiyatifiyle böyle bir anlaşma yapması Mustafa Kemal Paşa’nın çok tepkisini çekmişti. Anlaşma onay için gönderildiği Ankara’da Heyet-i Temsiliye tarafından reddedildi ve Karakol Cemiyeti’nin yasaklanmasına sebep oldu. Bolşeviklerle temas noktasında inisiyatifi ele almak isteyen Ankara, 23 Nisan 1920’de Meclisin açılışından sonra, Bolşevik Rusya’yla ilk resmi teması kurma kararını verdi. Mustafa Kemal’in Lenin’e yazdığı 26 Nisan 1920 tarihli mektupta; Emperyalistlere karşı Bolşeviklerle beraber çalışma teklifi yapıldı. Mektupta; Bolşevik kuvvetlerin Gürcistan’a askeri harekat yapması halinde Türk kuvvetlerinin Gürcistan’ın Bolşevik olması yolunda gayret sarfedeceği, Ermeni Hükûmeti üzerine askeri harekat icra edilebileceği belirtilmiş ve Azerbaycan Hükûmetine Bolşevik esaslarını kabul ettirme taahhüdünde bulunulmuştu. Türk Hükûmeti buna karşılık Bolşevik Hükûmetinden para, erzak ve cephane hususunda yardım talep ediyordu.

Bu arada, Sovyetlerle siyasi ilişkiler kurulurken, gelişen Bolşeviklik cereyanına uygun olarak, 1920 Mart’ında, Mustafa Kemal Paşa’nın bilgisi dâhilinde bir Yeşil Ordu Cemiyeti kurulmuştu. Mustafa Kemal Paşa bazı yakın arkadaşlarına ve mebuslara bu cemiyette görev vermişti. Bu cemiyetle içeriye yönelik Sovyet propagandasına karşı tedbir alınması amaçlanmıştı.

Rusya ile kurulan siyasi ilişkilerde Ermeni meselesi devamlı pürüz teşkil etmesine, ilişkilerin daha fazla gelişmesine engel olmasına rağmen, Rusların Ankara’ya para, erzak ve silah yardımı kısmen de olsa devam ediyordu. Sovyet politikası bakımından, Türkiye’nin İtilaf devletlerinin karşısında tutulması, İngiliz emperyalizmine darbe vuracak teşebbüslerinin desteklenmesi hayati önem taşımaktaydı.  Üstelik tüm dünya emekçilerinin emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadelesinde destek olunacağına ilişkin III. Enternasyonel kararı da bu yardım ve işbirliğinin ideolojik çerçevesini oluşturmaktaydı.

İttihatçıların Sovyet Hükûmetiyle ayrı bir koldan ilişkiyi sürdürmelerinden Ankara rahatsız olmaya başlamıştı. 1920 Haziran’ında Bakanlar Kurulu tarafından alınan kararla, Talat, Enver ve Cemal Paşa’ların Türkiye adına hiçbir görüşmeye yetkili olmadıkları Sovyet yetkililerine bildirildi. Bu karar, 1919 yılı sonunda birlikte mücadele etme kararı alan İttihatçı kadrolarla Mustafa Kemal Paşa arasında yaşanan en derin ayrışmaydı. Bu kararı öğrenen Cemal Paşa Moskova’dan gönderdiği 11 Temmuz 1920 tarihli mektubunda, “Bu resmî tebligatınızda benim, Talât ve Enver Paşaların Büyük Millet Meclisi namına hiçbir teşebbüsat-ı siyasiyede bulunmağa salâhiyetimiz olmadığını ihtar ediyorsunuz. Benim buraya gelirken gerek Talât ve gerek Enver Paşalarla görüştüğüm sırada bana söyledikleri sözlerle sizin bu tebligat-ı resmiyeniz arasında cidden büyük bir ihtilâf var… Talât Paşa diyordu ki: “Türkiye’ye haricî muavenetler(yardımlar) temini için her türlü teşebbüsat-ı siyasiyede bulunmağa mezunuz. Ve şu kadar ki Türkiye’nin taahhüdatını icap edecek hususat için son söz ve îta-yı emr ü karar Büyük Millet Meclisine aittir”. İşte ben buraya bu zihniyet ve bu talimat ile geldim.” diyerek, Mustafa Kemal Paşa’nın Berlin’deki lider kadrosuyla varmış olduğu mutabakata aykırılıktan söz ediyor ve kırgınlığını belirtiyordu. Mustafa Kemal Paşa Sovyet Hükûmeti ile temas kurmakla görevlendirdiği Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa ve Dr. Fuad Sabit’i kendisine yakın adamlarla değiştirmişti.

Mustafa Kemal Paşa, gerek siyasi hayatı kontrolü altına almasına, gerekse denetimi altında tuttuğu telgraf hatları vesilesiyle askeri ve sivil bürokrasiyi yönlendirme kabiliyetine sahip olmasına rağmen,  henüz Anadolu’da isyan çıkaran güçleri zapt-ü rapt altına alacak askeri bir güce sahip değildi. Nitekim, Yozgat’ta çıkan isyanı bastırmak üzere, Yunanlılarla harbe hazırlık yapmakta olan Çerkez Ethem yardıma çağrılmıştı. Bu arada, Yeşil Ordu Cemiyeti Mustafa Kemal Paşa’nın kontrolünden çıkmış “İslam Bolşevizmi” olarak adlandırılabilecek bir yapıya doğru dönüşmüştü. Yeşilordu’nun askerler arasında dağıtmış olduğu İslam ihtilalcisi beyannameler Ankara’yı oldukça rahatsız ediyordu. Üstelik düzenli orduya karşı çıkan Kuvay-ı Seyyare Komutanı Çerkes Ethem’de Yeşil Ordu’ya katılmıştı. Bolşevik yönetiminin düzenli Çarlık ordusunu tasfiye ederek yerine komünist milislerden oluşan Kızılordu’yu ikame etmesi, bizim subay sınıfını endişeye sevk etmişti. Kızılordu örneğinde olduğu gibi, kendilerinin tasfiye edileceği, Çerkez Ethem‘in Kuvay-ı Seyyare’sinin düzenli ordunun yerini alacağı korkusuyla, o zamana kadar Enver Paşa’ya daha yakın duran subay sınıfı Mustafa Kemal Paşa’nın yanında kenetlenmeye başlamıştı.

4 Eylül 1920 tarihli Dahiliye Vekilliği seçimlerinde, Yeşil Ordu’nun meclis grubu olarak çalışan “Halk Zümresi” nin Yeşil Ordunun Kâtib-i Umumisi olan Tokat mebusu Nazım Bey’i, Mustafa Kemal’in adayı olan Refet Bey’in karşısında 65 oya karşı 98 oyla Dahiliye Vekilliğine seçmesi, bu Cemiyetin Mustafa Kemal Paşa’nın kontrolü dışına çıktığını göstermiş ve Paşa’nın bu cemiyeti hedefe almasına neden olmuştu. Mustafa Kemal’in bu cemiyeti dağıtma kararı vermesinden sonra, Ankara İstiklâl Mahkemesi 9 Mayıs 1921 tarihinde cemiyetin kapatılmasına karar vermiş, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetini devirerek milletin arzusu hilâfına bir Hükûmet kurmaya çalışmakla suçladığı Yeşil Ordu mensuplarını mahkûm etmişti. Yeşil Ordu’yu tasfiye kararı veren Paşa, 18 Ekim 1920’de yakın çalışma arkadaşlarına Resmi Türkiye Komünist Partisi” kurdurmuştu. Bu partiye katılmayanlar genelde Gizli Türkiye Komünist Fırkası ile birlikte, eski Yeşil Ordu mensuplarını da aralarına alarak 7 Aralık 1920’de “Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası”nı kurmuşlardı.

1920 yılı sonuna doğru yeterli askeri güce ulaşan Mustafa Kemal Paşa, Batı ve Güney Cephesi Komutanlıklarına, Çerkez Ethem kuvvetlerinin dağıtılması emrini verdi. Mücadeleyi kaybeden Çerkez Ethem Yunan Kuvvetlerine sığınarak Anadolu’yu terk etti.

Bu arada, 10 Ağustos 1920’ de Osmanlı İmparatorluğu’nu sona erdiren Sevr Antlaşması, Paris’te İstanbul Hükûmeti delegelerine imzalatılmıştı. Osmanlı Meclis-i Mebusanı 11 Nisan 1920’de Padişah tarafından kapatıldığı için bu antlaşma mecliste görüşülmediği gibi, Yunanistan dışında İtilaf Devletleri ve müttefiklerinin parlamentoları tarafından da onaylanmamıştı. Sevr antlaşması hukuki olarak hiçbir zaman yürürlüğe girmeyecekti.

Mustafa Kemal Paşa’nın artan gücü dışarıdan da izleniyordu. Londra Konferansı öncesinde Lord Curzon “İstanbul Hükûmeti felç olmuştur. Mustafa Kemal, Türkiye’nin gerçek hâkimidir.” diyordu. İttihatçılarla ve İslam ittihadı projesiyle arasına mesafe koymaya başlayan Mustafa Kemal Paşa, İtilaf devletleriyle uzlaşmanın yollarını aramaya başlamıştı. 21 Şubat-12 Mart 1921’de yapılan Londra Konferansına katılmak isteyen Ankara, Batılı devletlerin güvenini sağlamak ve Milli Mücadele’nin ‘Bolşevik olduğu’ yolundaki kuşkuları gidermek için bir takım anti komünist eylemlerde bulunmuştu. Sovyet elçilik heyeti başkatibi Upmal sınırdışı edilmiş, Mustafa Suphi ve arkadaşları Türkiye’ye girdikten sonra 28 Ocak 1921 tarihinde öldürülmüş, Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası ve bizzat Mustafa Kemal ‘in talimatıyla kurulan ‘resmi’ Komünist Partisi kapatılmış, tasfiye hareketine direnen Yeşil Ordu Cemiyeti mensupları İstiklal Mahkemesi tarafından çeşitli cezalara çarptırılmıştı.

Konferansta İstanbul Hükûmeti Heyeti Başkanı ve Sadrazam Tevfik Paşa, Türkiye’nin tek ve gerçek temsilcilerinin Ankara delegeleri olduğunu söyleyerek sözü Bekir Sami Bey’e bırakmıştı. Ancak Londra görüşmelerinde istediğini elde edemeyen Ankara, tekrar yönünü Sovyetlere çevirmek zorunda kalmıştı. Londra Konferansı’nın ardından Ankara’nın bir ittifak anlaşması yapmak üzere müracaatına soğuk bakan Moskova 16 Mart 1921 tarihli “Kardeşlik Anlaşması” imzalamakla yetinmişti.

Sovyet yönetimi de gizlice İngilizlerle temas ediyordu. Nitekim,  İngilizlerle 16 Mart 1921 tarihli bir ticaret anlaşması imzalamışlardı. Bu sadece ticari hükümler ihtiva eden bir anlaşma değildi. Anlaşmada, İngiliz emperyalizmine karşı birlikte mücadele sözü verdikleri Türk tarafını satan hükümler de vardı. İngiliz-Sovyet anlaşmasına göre : “Her iki taraf karşı tarafa karşı düş­manca hareket ve teşebbüslerden ve kendi sınırları dışında sırasıyla, İngiliz İmpa­ratorluğu ve Rus Sovyet Cumhuriyeti ku­rumlarına karşı doğrudan veya resmi pro­paganda yapmaktan kaçınır ve daha özel olarak Rus Sovyet Hükûmeti, başta Hin­distan ve Afganistan bağımsız devleti ol­mak üzere Asya halklarının hiç birini as­keri, diplomatik veya herhangi bir eylem ve propaganda biçimiyle İngiliz çıkarları veya İngiliz İmparatorluğu’na karşı düş­manca eylemlere teşvik etme girişimlerin­den imtina eder. İngiliz Hükûmeti, Rus Sovyet Hükûmeti’ne, eski Rus Imparatorluğu’nu meydana getiren ve bugün bağım­sızlığını sağlamış olan ülkeler için benzer ve özel bir taahhütte bulunur.”

İngiliz-Rus Ticaret Anlaşmasıyla Sovyet Hükûmeti İngiliz emperyalizmiyle uzlaş­mış ve sömürgelerde ingiliz aleyhtarı mü­cadeleyi teşvik ve propaganda etmeme, des­tek vermeme sözüyle 3.Enternasyonel prensiplerine ihanet etmişlerdi.  Bu anlaşma sonrası Sovyet tutumu, başta Hin­distan ve Afganistan olmak üzere İngiliz işgali altındaki Müslümanları ayaklandırmaya yönelik Türk politikasının desteksiz kalmasına neden olmuştu.

Bu sırada, 15 Mart 1921 tarihinde Talat Paşa Berlin’de bir Ermeni tarafından şehit edilmişti. Talat Paşa’nın vefatından sonra Talat Paşa hizbine bağlı olan ittihatçıların pek çoğu Mustafa Kemal Paşa’nın yanında yer aldılar. Dr. Nazım ve Dr. Cavit Bey gibi az sayıda kişiler Enver Paşa ile işbirliğini tercih ettiler. Talat Paşa’nın vefatı ile birlikte, Talat Paşa hizbinde emanetçi olarak görülmekte olan Mustafa Kemal Paşa’nın pozisyonu asli bir duruma geçmişti.

1921 yılı Yunanlıların İngiltere’nin ihanetine uğradığı yıl olmuştu. Yunanistan’da yapılan seçimlerde, İngiltere’nin destek verdiği Venizelos’un seçimi kaybetmesi, Almanya’ya yakınlığı ile bilinen Kral Konstantin’in iktidara geçmesi Yunanistan’ın İngiltere’yle olan iyi ilişkilerini bozmuş, bu gelişmeler İngiltere’nin Yunanistan’a destek veren politikalarının değişmesinde etkili olmuştu. İngiltere, 14 Nisan 1921 tarihinde Türk-Yunan Savaşı’nda tarafsız olduğunu bildiren bir notayı Yunan Hükûmetine vermişti. Dışişleri Bakanı Lord Curzon’da, ülkesinin Atina Büyükelçisi Lord Granville aracılığıyla Yunanistan Hükûmetine, tam bir tarafsızlık politikası izlemeye karar vermiş olan İngiltere’ye artık güvenmemesi gerektiğini bildirmişti. Zaten, Fransa ve İtalya başından beri Yunan işgaline karşıydı. İngilizlerin cepheye sürdüğü Yunanlılar 1921 yılı başından itibaren kendilerini Türklerin karşısında terk edilmiş olarak buldular.

En büyük destekçisini kaybetmiş olmasına rağmen savaşı sürdüren Yunan ordusu, Temmuz 1921’de Türk ordusunu Kütahya-Eskişehir cephesinde bozguna uğratmıştı. Başta Ankara olmak üzere, her tarafta panik havası esiyordu. Bu sırada Moskova ‘da bulunan Enver Paşa, taraftarları tarafından kurtarıcı olarak Anadolu’ya girmeye davet edildi. Moskova’dan ayrılan Enver Paşa 30 Temmuz’da Batum’a geldi. Batum Enver Paşa’ya bağlı örgütlenmenin merkezi durumundaydı. Enver Paşa “Türkiye Halk Şuraları Fırkası” kurdurdu. Amacı İttihat ve Terakki’yi halk şuraları şeklinde diriltmekti. 5-8 Eylül 1921’de Halk Şuraları Fırkası’nın ilk genel kurulu toplandı.

Ancak, 13 Eylül 1921’de Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılması ile, Mustafa Kemal Paşa’nın talihi dönmüş, gerek Mecliste gerekse kamuoyunda prestiji iyice artmıştı. Bu zafer Mustafa Kemal Paşa’nın ittihatçılara karşı tutumunu da sertleştirmesine sebebiyet vermişti. Mustafa Kemal Paşa İttihatçıların sınırdışı edilmesi için Rusya’ya nota vermiş, Bahattin Şakir, Küçük Talat, Doktor Nazım ve bazı İttihatçılar tutuklanarak Batum’a getirilmişti. Enver Paşa’dan beklentileri kalmamış olan Sovyet Hükûmeti, artık Mustafa Kemal Paşa’ya karşı Enver kartı oynamayı bırakmıştı. Anadolu’ya dönme ümidi kalmayan Enver Paşa, bu defa Bolşevik zulmüne karşı savaşmak üzere Türkistan’a doğru yola düşmüştü. Afganistan’da bulunan ve İngilizlere karşı Afgan Kralını Sovyetlerle ittifaka zorlayan Cemal Paşa, Enver Paşa’nın Ruslara karşı mücadeleye geçmesinden rahatsızlık duymuş, Mustafa Kemal Paşa’nın 1/2 Ocak tarihli mektubuyla ikazı üzerine Enver Paşa’ya cephe almıştı.

Mustafa Kemal Paşa, TBMM’de 1 Aralık 1921’de yaptığı konuşmada “Büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar görünen sahtekâr insanlar değiliz. Efendiler, büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini, garazını, kinini bu memleketin ve bu milletin üzerine celbettik. Biz Panislâmizm yapmadık. Belki ‘yapıyoruz, yapacağız’ dedik. Düşmanlar da ‘yaptırmamak için bir an evvel öldürelim’ dediler. Panturanizm yapmadık. ‘Yaparız, yapıyoruz’ dedik ve yine ‘öldürelim’ dediler.“ sözleriyle, Talat, Enver ve Cemal Paşa’ların yaptıkları mücadeleyi yerden yere vuruyordu. Halbuki Mustafa Kemal Paşa, daha bir yol önce Enver Paşa’ya göndermiş olduğu 05.10.1920 tarihli mektubunda “Şu halde Ankara Hükûmeti tecelli ve temadisini (sürmesini) eczanı dil temenni ettiği muvaffakiyatı devletlerine ait (Enver Paşa kastediliyor) teşebbüsat ve icraat hakkında muntazaman verilecek malumat ve tafsilata her zaman intizar edeceği gibi muhafaza-i mevcudiyeti millet (milletin mevcudiyetinin muhafazası) ve muktezayı asra göre temdidi bünyanı devlet emrinde buraca vaki olacak teşebbüsat ve icraat hakkında bu bilmukabele (karşılıklı) muntazaman itayı kasit ve mesai temin etmeyi pek münasip görürüm.” sözleriyle onun yürüttüğü mücadeleyi tasvip ediyor, destek veriyordu. Ama artık şartlar değişmişti.

1922 yılı, yurtdışında İngilizlere karşı mücadele vermekte olan İttihatçıların yok edilme yılıydı. 17 Nisan 1922’de Berlin’de Trabzon eski valisi Cemal Azmi ve İttihat ve Terakki Cemiyeti eski başkanı Bahattin Şakir Bey öldürülmüştü. Bu ölümleri 21 Temmuz 1922’de Cemal Paşa’nın Tiflis’te bir Ermeni tarafından vurularak öldürülmesi, 4 Ağustos 1922’de Enver Paşa’nın Buhara’nın doğusundaki bir çarpışmada Ruslar tarafından öldürülmesi izledi. Artık Müslüman müstemlekelerinde, İngiltere’yi rahatsız edecek unsurlar kalmamıştı.

1922 başlarından itibaren Sovyetlerle olan ilişkiler tekrar kötüleşmeye başlamış, Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Paşa, elçilik memurlarıyla birlikte Moskova’yı terk etmişti.  Ankara itilaf devletleri ile temas yolları aramak üzere Yusuf Kemal Bey’i Avrupa’ya göndermişti. Yusuf Kemal Bey, Journal d’Orient gazetesine verdiği 21 Şubat 1922 tarihli demeçte, “Avrupa’ya yeni Türkiye’yi tanıtmak amacıyla gidiyorum. Emperyalist değiliz. Turancı veya İslâm birliği taraftarı da değiliz. Türk topraklarında hukukumuzun tanınmasını istiyoruz.” diyordu. Bu sırada, artık Anadolu’da kalma imkanı kalmadığını gören Yunan Hükûmeti, Anadolu’dan kısa zamanda geri çekilme ve Anadolu’yu boşaltma hazırlığı yapılmasını isteyen 28 Şubat 1922 tarihli bir telgrafı Yunan Yüksek Komutanlığı’na, göndermişti. Artık moral bakımından iyice bitmiş olan Yunan Ordusu’nun direnecek gücü kalmamıştı. Nihayet 30 Ağustos 1922’de Yunan ordusu tamamen kuşatılıp imha edilerek “Dumlupınar (Başkomutan) Meydan Muharebesi” kazanılmıştı.

Savaşın kazanılmasını müteakiben, 1 Kasım 1922’de Hilâfet ve Saltanat birbirinden ayrılarak Saltanat kaldırıldı. Ardından İstanbul’da Tevfik Paşa Kabinesi’nin istifa etmesiyle, iki başlı hükumet yapısı da sona ermişti. 17 Kasım 1922’de Vahdeddin, İstanbul’dan Malta’ya kaçmış, hemen ertesi günü, 18 Kasım 1922’de Abdülmecid Efendi, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla halife seçilmişti. Ancak hilafet kurumu her ne kadar muhafaza edilmiş olsa da, Mustafa Kemal Hilafet kurumuna olan olumsuz bakışını 17 Ocak 1923’te İzmit’te, İstanbul gazetecileriyle yaptığı basın toplantısında “Bu Devlet’in halife ile alâka ve münasebeti yoktur.” sözleriyle açığa vurmuştu.

Artık bir barış antlaşması yapmak üzere taraflar 20 Kasım 1922’de Lozan’da toplanma kararı almıştı. Lozan’da Türkiye’yi temsil edecek heyetin Meclis tarafından değil, Heyet-i Vekile tarafından seçilmesi tartışmalara sebep olmuştu. Özellikle İkinci Guruba mensup mebuslar, başta başmurahhas İsmet Bey olmak üzere seçilen 33 kişilik heyeti yetersiz buluyordu. Hakikaten 33 kişi içerisinde bir tane bile diplomat bulunmuyordu. Hükumet, heyetin eline 14 maddelik bir talimatname vererek Lozan’a göndermişti. Ancak, 20 Kasım 1922’de başlayan Lozan Konferansı müzakereleri 4 Şubat 1923 tarihinde kesintiye uğramıştı. Lozan görüşmelerinin kesilmesinin sebebi, Türk kamuoyuna ekonomik konularda anlaşmazlık olarak sunulmuştu. Türk heyeti 7 Şubat’ta Türkiye’ye dönmek üzere Lozan’ı terk etti. 21 Şubat 1923 ‘te Meclis’te Lozan Konferansı’nın ele alındığı gizli oturumlara başlandı. Toplantılar zaman zaman sert itham ve tartışmalara sahne oluyordu.  İsmet Paşa ile Vekiller Heyeti Başkanı Rauf Bey arasındaki anlaşmazlık uzlaştırılacak gibi değildi.

 

Kesintiye uğrayan Lozan görüşmeleri İngiliz Parlamentosu’nda da ele alınmıştı. Konferans 13-15 Şubat tarihleri arasında Avam Kamarası’nda,  13 Şubat tarihinde Lordlar Kamarası’nda tartışmaya açılmıştı. 13 Şubat 1923 tarihinde Lordlar Kamarası’nda yapılan oturumda, Dışişleri Bakanı ve I. Dönem Lozan görüşmelerinde İngiliz başdelegesi olarak yer alan Kedleston Markizi Curzon Lozan’a giden İngiliz heyetinin amaçlarını açıklıyordu. Curzon konuşmasında; Türkiye’ye sağlam ve istikrarlı bir devlet olarak yeniden yapılanması için bir fırsat verilmesinin gerekli olduğunu, üzüntü verici savaş hatıralarını geriye atmak gerektiğini, Avrupa devletlerinin genel rızasıyla, tarihi başkenti ve Trakya bölgesi kendisine verilip,  Boğazların güvenliği sağlanarak, hiçbir zaman gerçek anlamda idaresi altına alamadığı Arap bölgeleri kendisinden alınarak Türkiye’nin Avrupa’ya geri dönmesine müsaade edildiğini söylüyordu. Görüşmelerde, eğer Türkler milletler arasındaki yerini tekrar almak istiyorsa bunu yalnızca Batı ile irtibat kurarak ve işbirliği yaparak elde edebileceklerini kabul ettirmek için iknaya çalıştıklarını, Türklerin medeni dünyadaki yerini tekrar alma fırsatı verilmesi için Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmesini ısrarla ve başarılı bir şekilde savunduklarını bildiriyordu. Curzon Türk heyeti ile görüşmesi sırasında onlara söylediklerini aşağıdaki gibi ifade ediyordu:

 

“Ey Türkler. Şimdi tekrar geri döndünüz. Geleceğinizi Moskova, İran veya Afganistan’da aramanızın sizin için iyi olmadığını göremiyor musunuz? Artık gözünüzü Avrupa’ya çevirmiş durumdasınız.” Türkler’e devamlı Büyük Peter’i (Deli Petro) örnek göstererek, Avrupa’ya geri döndüklerine göre Batı idare ve Hükûmet standartlarını özümsemek zorunda olduklarını, ancak bu takdirde Avrupa’nın kendilerine yardım edebileceğini söyledim.

Son anda bilinemeyen habis bir ruh müdahalede bulundu ve her şey altüst oldu. Ankara’da olumsuz bir atmosfer mi hakim oldu veya Türkler hala müttefikler arasında muhtemel bir ihtilaftan faydalanmak mı istiyorlardı, yoksa bilinmeyen bir yanlış anlama mı onları engelledi bilemiyorum. Fakat Grey’in de dediği gibi anlaşmayı imzalamaktan vazgeçme büyük bir yanlıştı ve Türkler yaptıkları bu yanlışı kısa zamanda anlayacaklar.”

 

Konferansın kesilme nedeni, Lord Curzon’un “habis ruh” olarak nitelediği, “İkinci Gurup” olarak bilinen ve yaklaşık 90 kişiden oluşan milletvekili topluluğunun muhalefetiydi.  Bunlar, başta Musul Meselesi olmak üzere birçok konuda İsmet İnönü başkanlığındaki heyetin tavizkar davrandığı kanaatindeydiler. Mevcut meclisin Lozan’da yapılacak bir barış antlaşmasını tasdik etmeyeceği belli olduğundan, imzalanacak olan Lozan antlaşmasını tasdik edecek yeni bir meclis teşkil etmek üzere seçime gidildi.

 

Kesilen Lozan Konferansı’nın ikinci safhası, 24 Temmuz 1923 tarihinde barış antlaşmasının imzalanması ile tamamlanmıştı. Ağustos ayında yapılan seçimde, antlaşmayı onaylamayacakları peşinen belli olan İkinci Guruba mensup mebusların büyük çoğunluğunun meclise girmeleri önlenmişti. 11 Ağustos 1923’te açılan Meclis’te,  Meclis Başkanlığı’na Mustafa Kemal Paşa yeniden seçilmiş, Başbakanlığı yürütmekte olan Rauf (Orbay) Bey, Lozan görüşmelerinde İsmet İnönü ile ters düşmesi yüzünden Başbakanlıktan çekilmişti. Yerine 23 Ağustos’ta, Lozan’ı imzalayacak olan Fethi (Okyar) Bey başbakan yapıldı. Lozan Barış Antlaşması yeni Meclis tarafından 23 Ağustos 1923’te onaylandı. Lozan Barış Antlaşması imzalandıktan bir ay sonra bizim meclisimiz tarafından onaylanmasına rağmen İngiliz Parlamentosunda onaylanması daha geç bir tarihte olmuş, yaklaşık 7,5 ay bekletilmiştir. İlginçtir, Lozan Anlaşması ancak Hilafetin ilgasından 3 gün sonra (Hilafet 3 Mart 1924 tarihinde ilga edilmiştir), 6 Mart 1924 tarihinde İngiliz Parlamentosu’nda onaylanmıştır.

 

Antlaşma İngiliz Parlamentosu’nda onaylanmadan önce, antlaşma üzerindeki esaslı tartışma 24 Şubat 1924 tarihinde Lordlar Kamarası’nda yapılmıştı.  Dışişleri Bakan Yardımcısı Ronald McNeill, Lordlar Kamarası’nda yaptığı konuşmada; İngiltere’nin Yakın Doğu’da özellikle Türkler arasında prestijinin hiçbir zaman şu anki seviyesi kadar yüksek olmadığını söyleyerek konuşmasına başlamıştı. McNeill konuşmasında, tüm olumsuzluklara rağmen Lozan Barış Antlaşması’nın en önemli yanının tarihte ilk defa milli şuura dayalı, nüfusunun tamamı Türklerden meydana gelen küçük bir Türk devletinin kurulması olduğunu, bunun Türk ve dünya tarihi için yeni bir fenomen olduğunu ifade ederek, Lozan Antlaşması’nın Hıristiyan ve Arapların yaşadığı bölgelerin dışarıda kaldığı, hem ırk hem de din olarak mütecanis bir milletten oluşan küçük bir Türk Devletinin kurulmasını sağladığını söylemişti.

 

Lord Curzon da Lozan Barış Antlaşması hakkında 28 Şubat 1924 tarihinde Lordlar Kamarası’nda yapılan son görüşme de söz almıştı. Curzon, Lozan’a giderken kendisine üç hafta içinde eli boş olarak döneceği tahmininde bulunduklarını, fakat Lozan görüşmeleri sonucu kimsenin tahmin etmediği önemli kazanımlarla döndüğünü söyler. Ona göre bu kazanımlar,  İtilaf devletleriyle Türkiye arasında devam eden tüm arazi ve sınır ihtilaflarının sona ermesi, nüfusu homojen, başkentleri ellerinde, egemenlikleri ve bağımsızlıkları garanti altına alınmış, gelecekleri başkalarına değil kendilerine bırakılmış bir Türk devleti kurulması, ayrıca yüzyıllarca Türkiye’nin kötü yönettiği ve nüfusunun büyük çoğunluğunu Arapların teşkil ettiği Suriye, Filistin ve Mezopotamya’nın Türklerin elinden kurtarılmasıydı. Curzon, Türkler’i Milletler Cemiyeti’ne girmeye de ikna ettiklerini, Cemiyete girmesinin hem Türkiye’nin sınırlarının güvenliğinin bir garantisi olacağını, hem de bu yolla Avrupa’nın Lozan Antlaşması’nın uygulanmasını kontrol etmesine imkanına kavuşacağını söylemişti.

 

Curzon son olarak, Türkler’in itibarını kazanmış bir ülke varsa onun da İngiltere olduğunu, artık geçmişin problemlerine dalmaktansa eski dost ve müttefik Türkiye’nin önünde duran zorlu gelecekte kendisine yardım etmeye hazır olmaları gerektiğini söyleyerek konuşmasını bitirmişti. (Lozan Konferansı ve Antlaşması Üzerine İngiliz Parlamentosunda Yapılan Tartışmalar, Dr. Mustafa Çulfalı , Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 47, Cilt: XVI, Temmuz 2000)

Lozan antlaşmasının Mecliste tasdikinden sonra iç siyasette baş döndürücü hızda gelişmeler yaşanmaya başlamıştı. 24 Ağustos 1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalandığı İtilâf Devletleri’nin İstanbul’daki yüksek komiserlerine tebliğ edilmiş, İtilaf devletleri tarafından İstanbul’un tahliyesine hemen başlanmıştı. 13 Ekim’de Ankara’yı başkent ilan eden kanun çıkarılmıştı. Rauf Bey’in kendi arzusuna aykırı olarak Meclis İkinci Başkanlığı’na seçilmesine kızan Mustafa Kemal’in çıkardığı bir kabine bunalımının ardından, 1921 Anayasası’nın devletin şeklini tarif eden 1. maddesi tadil edilerek 29 Ekim’de Cumhuriyet ilan edilmişti. Meclis’in üye sayısı 270 olduğu halde, 29 Ekim günü oylamaya katılan mebus sayısı sadece 158’di. Daha sonra, Urfa milletvekili Şeyh Saffet (Yetkin) Efendi ve 53 arkadaşının verdiği önergede, halifeliğin hem ülke içinde, hem de dış ilişkilerde iki başlılık yarattığı, hanedanın yüzyıllardır bir felaket olduğu ve Türk milletinin yıkımına sebep olduğu, Halifeliğin bu açıdan Türkiye’nin bekası açısından yeni tehlikelere gebe olduğu iddia edilerek ilgası istendi. 3 Mart 1924 tarihli Meclis oturumunda, oturuma katılan 157 üyenin 156’sının reyiyle Hilafet Makamı’nın İlgası’na ait (431) sayılı kanun kabul edildi. İşin garip tecellisi, Hilafetin kaldırılma gerekçesi olarak Hintli Müslümanlar Ağa Han ve Emir Ali’nin imzasıyla Londra’dan Başvekil İsmet Paşa’ya gönderilen 24 Kasım 1923 tarihli mektubun bahane edilmesiydi. Bu Hint Müslümanları, yazımızın yukarı kısımlarında anlatıldığı üzere, milli mücadele lehine İngiltere’ye kafa tutan Müslümanlardı.

30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondoros Mütarekesi’nden sonra, hem İtilaf devletleri tarafından işgal edilmiş topraklarımızı kurtarmak hem de Hindistan’dan Fas’a kadar müstemleke haline getirilmiş İslam topraklarını Batı emperyalizminden bağımsızlıklarına kavuşturmak üzere İslam ihtilalleri gerçekleştirmek, bağımsızlığını kazanan eski Osmanlı tebaası ile Hilafet çatısı altında bir konfederasyon kurmak hedefiyle başlayan mücadele azmi, Batı sistemine teslim olmakla sonuçlanmıştı. İşin hazin tarafı, aşağıda metni verilen Lozan Antlaşmasının 27’inci maddesiyle, kendilerini kurtarmaya kalktığımız İslam dünyasıyla irtibatımızın tamamen kopartılmasının taahhüt edilmesiydi.

 

“Türk ülkesinin dışında, iş bu andlaşmayı imzalayan öteki devletlerin egemenliği ya da koruyuculuğu (protectatorat) altında bulunan ülkelerin uyrukları ile Türkiye’den ayrılmış ülkelerin uyrukları üzerinde, Türk Hükûmeti ya da Türk makamlarınca siyasal, yaşamaya ya da yönetime ilişkin herhangi bir nedenle olursa olsun, hiçbir güç ya da yetki kullanılmayacaktır.”

Türkiye 1967 yılına kadar bu taahhütlerine bağlı kalmış, İngiliz işgaline karşı isyan eden Mısırlılara karşı İngilizleri, Cezayir’de Müslümanlara soykırımı yapan Fransızları desteklemiş, Araplarla savaşan İsrail’in yanında yer almıştı.

 

Son söz olarak; Lozan antlaşmasının gizli maddeleri bulunduğu hep söylene gelmiş, ancak bunların ne olduğu müphem kalmıştır. Yunan Başbakanı Venizelos’un 1919 tarihli İngiliz Hükûmeti Başbakanı’na verdiği muhtırada yer alan aşağıdaki ifadeler, Yunan işgalinin hedeflerini de açıklamak bakımından oldukça manidardır.

“ … İstanbul kendisine başkent bırakılmak şartıyla Avrupa devletleri arasında yer almasına izin verilirse, Yakındoğu milletlerinden hiçbiri yeryüzünün bu köşesinde durumun tamamen çözümlendiğini kabul etmeyecek ve bu milletlerin her biri Türkiye’nin Avrupa haritasından silinmesi konusunun bir oldubitti olacağı anı bekleyecektir. Trakya’nın ve İstanbul’un geleceği hakkındaki bu güvensizlik diğer Balkan milletlerini Balkan Yarımadası’nın diğer bölgelerinde elde edilmemiş çözüm biçimlerini ancak geçici olarak görmeğe yöneltmesinden ve bu milletlerin bugün hüküm süren barışı geçici olarak kabul etmesinden de korkulur. Öte yandan Türkiye’nin İstanbul üzerinde egemenliği, Almanların bu kentte yalnız entrikalar çevirmesine fırsat oluşturmakla kalmayacak, fakat Almanya’nın başkanlığı altında Türkiye, Bulgaristan ve Macaristan arasında bir uyuşmayı da bütünüyle mümkün kılacaktır. Aynı şekilde yeniden örgütlenmiş bir Rusya doğal olarak gözlerini tekrar İstanbul üzerine çevirecek ve Türkiye’nin boğazlar üzerinde yerine geçmek için elinden geleni yapacaktır. Rusya’nın böyle geniş ölçekli bir projede başarılı olmak için Almanya ile işbirliği yapması boş bir şey olmayacaktır. Sultan İstanbul’dan uzaklaştırıldığı takdirde Hint Müslümanlarının büyük bir kırgınlık duyacakları ileri sürüldü. Bununla birlikte sağlam olarak elde edilen haberlere göre Hint işlerinde derin bilgisi olan büyük İngiliz devlet adamları sultanın İstanbul’dan çıkarılması konusunda anlaşmışlardır.

Şunu da burada ileri sürmeme izin buyrulsun ki eğer sultanın Hindistan’daki etkinliği gerçekten ileri sürüldüğü kadar önemli ise, bu etkinliğin devamına izin verilmesi gelecekte kargaşalıkların sürmesi demek olacağından İngiltere Hükûmeti’nin bu günkü savaştan yararlanarak böyle bir etkinlikten kesin olarak sıyrılması belki uygun olacaktır. Eğer uygun olacaktır diyorsam bu da Türkiye’nin son savaşta Büyük Britanya’nın düşmanlarına katılmasındandır. Bundan dolayı Türkiye’nin geleceğinin belirlenmesi sorumluluğu yalnız Büyük Britanya’ya değil Almanya ayrı tutulduğunda bütün büyük devletlere düşecektir. Düşünceme göre, Müslümanlığın kutsal kentleri elinden alınan sultan, (Mekke, Medine ve Kudüs kastediliyor) İstanbul’dan da uzaklaştırılırsa, İslam dünyası üzerinde etkinliğini kaybedecek ve Marok sultanı seviyesine indirilecektir. Bütün bu ileri sürülen kanıtlara karşın İstanbul’daki sarayları ve ibadet yerleri bırakılmak, bu kentte dini bir başkan olarak isteğine göre oturmak ve bütün uluslar arası hukuktan yararlanmak koşuluyla, Türkiye Hükûmeti’nin merkezini Bursa veya Konya’ya nakletmek belki mümkün olacaktır. Bu çözüm biçimi kabul edildiğinde, sultan İstanbul’da Papa’nın Roma’daki durumuna benzer bir durumda oturacaktır.

Hint Müslümanlarını Türk Hükûmeti’nin kötü yönetimi ilgilendirmediğinden böyle bir düzenlemeye hiçbir biçimde itiraz edemeyeceklerdir. Eğer yukarıda sözünü ettiğimiz bu karar kabul edilirse Türkiye’den başkentin Anadolu’ya nakli istenecek ve Türkiye’nin Avrupa’daki topraklarının siyasi durumunun düzenlenmesi ve kararlaştırılması müttefiklere bırakılacaktır. Türkiye önceden bu karara tamamen uyacağını vaat edecektir.” (Belge3-Türkiye ile Yapılacak Barış Şartlarının Gerekliği. Venizelos ‘tan İngiliz Hükûmeti Başbakanı ‘na Muhtıra. Prof. Dr. İzzet ÖZTOPRAK, Kurtuluş Savaşı ile ilgili Yunan Belgeleri, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayın No:228, Ankara 2006)

İngilizler, başkentlik vasfı ortadan kaldırılacak bir İstanbul’da, “Papalık” benzeri bir Halifelik kurumuna razı iken,  Lozan antlaşmasını müteakiben mecliste yapılan düzenlemelerle, bu kurumun tamamen ortadan kaldırıldığı bir sonucu elde etmişlerdi. El hasılı, İtilaf devletlerine karşı mücadeleyi yürüten ekipler arasındaki çatışma, “Osmanlı Vatanı’nın Tamâmiyyeti” karşılığında Hilafetten ve İstanbul’un başkentliğinden vazgeçenler ile Sivas Kongresi’nde ettikleri yemine bağlı kalanlar arasında cereyan etmişti. Kazananlar, 1.Dünya Harbini kaybetmiş olan devletin imzalamaya mecbur kaldığı bir barış antlaşmasını zafer olarak sunmuş, emperyalizme karşı Müslümanların hukukunu korumak ve düşman işgalinden vatanı korumak ideali, Yunan işgalini defetmek ve saltanat ve hilafeti kaldırarak cumhuriyeti kurmak hedefine indirgenmişti.

Yararlanılan kaynaklar:

Ayşe Hür. Kemalist Devrim’in Zor Dönemeci.  Hilafetin Kaldırılması, Toplumsal Tarih, Sayı 148, Nisan 2006.

Ayşe Hür. Mustafa Kemal ve muhalifleri (1-7), Radikal Gazetesi. 18.02.2007-24.02.2007.

Doç.Dr. Arsen Avagyan. Kemalistler, İttihatçılar ve Bolşevikler. Kurtuluş Savaşında Ankara-Sovyet İlişkileri, Toplumsal Tarih, Toplumsal Tarih, Sayı 159, 2007.

Doç.Dr. Arsen Avagyan. Kemalistler, İttihatçılar ve Bolşevikler-II. Mustafa Kemal’e Karşı Enver Kartı (1920-1922), Toplumsal Tarih, Sayı 160, 2007.

Dr. Fethî Tevetoğlu.  Milli Mücadele Kahramanlarından Baha Sait Bey (Biga 1882-İstanbul 16 Ekim 1939), Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 16, Cilt VI, Kasım 1989.

Dr. Fethî Tevetoğlu.  Millî Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988.

Dr. Mustafa Çulfalı. Lozan Konferansı ve Antlaşması Üzerine İngiliz Parlamentosunda Yapılan Tartışmalar, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 47, Cilt: XVI, Temmuz 2000.

Enver Behnan Şapolyo.  Mustafa Kemal Paşa ve Milli Mücadele’nin İç Alemi. İstanbul 1967.

Hasene Ilgaz. Millî Mücadele’de Varlığı Gizli Kalan Bir Cemiyet: Karakol Cemiyeti, Tarih ve Edebiyat Mecmuası, 1 Ocak 1981, Yıl: XVII, Sayı: 193.

Hüseyin Cahit Yalçın; İttihatçı Liderlerin Gizli Mektupları, Temel Yayınları, 2002.

İhsan Çolak. “Moskova Antlaşmasına Giden Yol: Milli Mücadele Dönemi TBMM Bolşevik İlişkileri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, XVII/49, Mart 2001.

Kaya Tuncer Çağlayan.“Dünya Savaşı Sonunda Enver Paşa’nın Kafkasya’daki Planları ve İngiltere”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 41, Cilt: XIV, Temmuz 1998.

Mukaddes  Arslan.  Yakın Dönem Tarihimizde Yeşil Ordu Cemiyeti’ne Toplu Bir Bakış, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi , Sayı 51, Cilt: XVII, Kasım 2001.

Mustafa Yılmaz. Milli Mücadele’de Yeşil Ordu, Ankara 1987.

Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri 1919-1926, SBF Yayınları, Ankara 1978.

Prof. Dr. İzzet ÖZTOPRAK. Kurtuluş Savaşı ile ilgili Yunan Belgeleri, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayın No:228, Ankara 2006.

Prof.Dr.Metin Hülagu; İslam Birliği ve Mustafa Kemal, Timaş Yayınları, İstanbul-2008.

Selahattin Tansel.   Mondros’tan Mudanya’ya, İstanbul 1991.

Sâmih Nafiz Tansu.  İki Devrin Perde Arkası, İstanbul 1957.

TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. 1, Ankara 1985.

Zafer Toprak, “Bolşevik İttihatçılar ve İslam Kominterni – İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı- Ittihad-ı Selamet-i İslam,” Toplumsal Tarih, sayı 43, Temmuz 1997.

[email protected]

*Bu yazı 16 Ocak 2010’da Haber10 sitesinde yayınlanmıştır.

Kategoriler: Yazılar