Okuma Süresi: 3 dakika

Taraf Gazetesi’nin ifşaasıyla gündeme düşen “Balyoz Darbe Planı”nın, 5-7 Mart 2003 tarihinde 1. Ordu’nun Selimiye Kışlası’nda yapılan seminerde,  2003-2006 tatbikatları çerçevesinde, dış tehdide yönelik bir harp oyunu çalışması olduğu, her ordunun bu tür simülasyonlar yaptığı, dolayısıyla bunda abartılacak bir durum olmadığı iddiasıyla geçiştirilmeye çalışılmaktadır.

Deşifre edilen harp oyununda yapılan tehdit değerlendirmesinde iç tehdit, birinci öncelikli olarak hal edilmesi gereken bir tehdit olarak değerlendiriliyordu. Bu değerlendirmeye göre halledilmesi gereken iç tehdit, “irtica” olarak tanımlanıyordu. Sunumlarda, bu tehdidi ortadan kaldırmaya müsait bir hava oluşturmak üzere, kara sularının ihlalinden dolayı Türkiye ile Yunanistan arasında düşük yoğunluklu bir savaş çıkartılması öngörülüyordu. Oyun senaryosuna göre Yunanistan harbe zorlanacak, buna rağmen savaş çıkmaması halinde bir Türk jeti kendi ordumuz tarafından düşürülerek Yunanistan tarafından düşürüldüğü iddiasıyla, bu ülkenin harbe zorlanması planlanıyordu.

Oyun planına göre, savaşın devam ettiği esnada, “iç tehdit” olarak tanımlanan halkın dindar kesiminin ayaklanması sağlanacaktı. Bu senaryoda, görevlendirilen timler bir takım camileri bombalayacak, halk tahrik edilecek, galeyana gelen halk askeri alanlara saldırtılacaktı. Bu irticai ayaklanma karşısında ordu, öncelikle İstanbul’un üstüne “çökecek” ve rejim düşmanları kanlı biçimde yola getirilecekti.

Bu planı ve ayrıntılarını öğrenen kamuoyu infiale kapılmıştı. Halkın dindar kesimi onlarca yıldır kendisinin “mürteci” olarak tanımlanmasına, kendisine giydirilen bu kimlik dolayısıyla dayak yemeye alışık olmasına rağmen, Yunanistan’la bir savaş halinde iken, kendisini Yunan işbirlikçisi konumuna düşüren bu senaryoyu hazmetmekte zorlanıyordu. Yunanistan’la bir savaş halinde iken, dindar insanların nasıl olup ta isyan edeceğinin varsayıldığı bir planlamanın yapılabildiğini anlamakta güçlük çekiyordu. Dindar kesim, kendisini Yunan işbirlikçisi konumunda değerlendiren bu anlayışa karşı öfke duyuyordu.

Aslında kızacak, öfkelenecek bir durum yoktu. Harp oyunu oynayan asker mantığına göre bu son derece doğru ve yerinde bir değerlendirmeydi. Zira, onların öğrendiği devrim tarihinde, iç ve dış düşman kurtuluş savaşında böyle bir işbirliği yapmıştı.

Yıllardır öğretilen devrim tarihine göre, 15 Mayıs 1919’da ülkemiz Yunan işgaline uğramış, ülkeyi bu işgalden kurtarmak için M. Kemal Paşa ulusal bir kurtuluş savaşı başlatmıştı. Bu sırada halk ilerici ve gerici olarak ikiye bölünmüş, ilericiler M. Kemal Paşa’nın etrafında toplanırken, hilafet yanlısı gericiler hain padişahın yanında yer almıştı. Yunan işgal kuvvetleriyle savaş devam ederken gerici güçler, Kuvva-i İnzibatiye (Hilafet Ordusu) ve Anzavur kuvvetleri adı altında ulusal kuvvetlere saldırmıştı. Bu durum, gerici güçlerin Yunan işbirlikçisi olduklarının açık kanıtıydı. Tarih tekerrürden ibaret olduğuna göre, en biricik düşmanımız olan Yunanistan’la bir savaş halinde, yine bu gerici unsurların ulusal güçlere karşı isyana kalkışmaları göz önünde bulundurulması gereken çok ciddi bir durumdu. Kurtuluş savaşından sonra Yunan denize dökülmüş, hain padişah kovulmuş, cumhuriyet ilan edilmiş, daha sonra da hilafet kaldırılmıştı. Ülkeyi çağdaş hale getirmek için devrimler yapılırken de bu gerici unsurlar hep direnmişti. Nitekim devrim şehidi Kubilay’ın gericiler tarafından öldürülmesi, bu kazanımların korunması bakımından hiç unutulmaması gereken acı bir olaydı.

Üç-beş cümleyle ifade edilebilen bu indirgenmiş tarih algısı, her olayı ve ilişkiyi kolayca ilerici-gerici ikileminde ele alıp değerlendirme sonucunu yaratmıştı. Bunun sonucu olarak her hadise hemen tarihe taşınıp, orada benzerlikler kurularak kolayca mahkum edilebiliyor, alınan kararlar bu yöntemle meşrulaştırılıyordu.

Halbuki milli mücadele, zihinlerin sonradan kurgulandığı gibi, bir yandan Yunan işgaline, diğer taraftan gericiliğe karşı başlatılmış bir mücadele değildi. Milli mücadele, 1.Dünya savaşını kaybeden bir milletin, galip İtilaf Devletlerine karşı varlığını ve izzetini koruma mücadelesiydi. M. Kemal Paşa’nın 1919-1920 tarihli konuşma ve mektuplarında ifade ettiği üzere verilen mücadele, “Düşman-ı bi amanımız olan” İngiltere’nin temsil ettiği kapitalizm ve emperyalizme karşı İslam alemi namına verilen bir mücadeleydi.

7 Ağustos 1335 (1919)tarihli Erzurum Kongresi Beyannamesi’nin 2. maddesinde, kongrenin amacı “Osmanlı Vatanı’nın Tamâmiyyeti ve İstiklâli Millimiz’in Te’mini ve Makamı Saltanat ü Hilafet’in Masûniyyeti içün, Kuvâyî Milliyye’yi ‘amil ve İrâdei Miliyye’yi hakim kılmak esastır.” cümlesiyle tarif ediliyordu. Bu amaç, 4 Eylül 1919’da Sivas’ta toplanan Kongre’de delegelerin ettiği yeminde “Makam-ı celil-i hilafet ve saltanata, İslâmiyete, devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye ve emelimiz olmadığına binaen kongrenin müzakeresi devamı müddetince ihtirasat-ı şahsiye ve siyasiyeden ve fırkacılık amalinden münezzeh bir azim ve iman ile çalışacağıma ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ihyasına çalışmayacağıma namusum ve bilcümle mukaddesatım namına vallah, billah” cümleleriyle tekrarlanıyordu.

1.Dünya Savaşını ve Milli Mücadeleyi yaşamış olan, bu savaşta hizmet etmiş olan asker kadrosu, düşmanı ve verilen mücadelenin sürecini çok iyi biliyorlardı. Neyin siyaset neyin hakikat olduğunun farkındaydılar. Ne yazık ki 1960 ihtilali ile asker ve tarih arasında mevcut olan bağ kopartılmıştı. EMİNSU adıyla bilinen tasfiye hareketiyle, ordudan 275 general ve amiralle, 7.000 albay, yarbay ve binbaşı rütbesindeki subay tasfiye edilmişti. Hulusi Turgut’un kaleme aldığı “Şahinlerin Dansı Alparslan Türkeş Anlatıyor” isimli kitapta Alparslan Türkeş, bu tasfiye için gerekli olan 12 milyon dolar tutarındaki ihtiyacın Amerika Birleşik Devletleri’nden temin edildiğini açıklıyordu.

Tasfiye edilen general ve amirallerin tamamı istiklal savaşında yer almış subay kadrosuydu. Bunların tarih, millet, din ve düşman algısı Osmanlı Devletinin kültürünü yansıtıyordu. Bu kültür, Milli Mücadelede yer almış ve tasfiyeye uğramış bu subay kadrosu vasıtasıyla genç kuşaklara intikal ediyordu. Tasfiye edilen subay tipi 18 Şubat 1952’de resmen girdiğimiz NATO’nun konseptine uymuyordu. Türkiye’nin NATO insiyatifi dışına çıkmaması için, ordunun NATO konseptine bağlanması, Amerikan harp doktrinlerine göre biçimlendirilmesi gerekiyordu. Bahsedilen subay tasfiyesiyle bu amaç gerçekleştirilmişti. 1960 ihtilalinden sonra ordunun düşman algılaması NATO konseptine göre değiştirilmiş, NATO tarafından yapılandırılan ve mali kaynakları ABD ve NATO işbirliğiyle sağlanan kontr-gerilla tipi örgütlenmeler bundan sonra kendi halkına karşı operasyon yapmaya başlamıştı. Daha sonra yaşadığımız askeri darbeler, halk ile ordunun arasının nasıl açıldığını açıkça gösteriyordu.

“Balyoz Darbe Planı” nın mimarı 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan, emeklilik öncesi yaptığı bir veda ziyaretinde yaptığı konuşmada, “Mehmetçiğin kanını Galiçya’da, Yemen’de akıttık. Niçin akıttığımızı hâlâ soruyoruz” sözleriyle, Türk tarihi ile bağlarının nasıl koptuğunu en iyi şekilde ifade ediyordu…

*Bu yazı 27 Ocak 2010’da Haber10 sitesinde yayınlanmıştır.

Kategoriler: Yazılar