İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in 27 Mart 2022 günü partisinin TBMM Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmada; Taksim Parkı’nda ağaçların sökülmesine tepki ile 27 Mayıs 2013 tarihinde başlayan, günlerce sokak çatışmaları ile süren ve neticede Taksim Platformu tarafından hükümete bir ültimatom verilmesine[i] varan Gezi Parkı Eylemi’ni 2. Abdülhamdid Han’ı tahttan indirmek için Hareket Ordusu’nun giriştiği müdahaleye benzeterek “1908’de istibdata karşı koyan ruh neyse, Gezi de odur. 31 Mart’ta, meşrutiyeti yıkmaya kalkışan darbecilerin, karşısında duran irade neyse, Gezi de odur. Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!” sözleriyle övgüler yağdırması, sokak eylemlerini Türk modernleşmesinin bir parçası olarak tanımlanması pek çok kişiyi şaşırttı.
Zira, “31 Mart Vak’ası” Cumhuriyet dönemi boyunca, muhafazakar muhalifleri susturmak ve bastırmak için kullanılan bir korku diline ilham vermiştir. Halkın dini hayata ilişkin talepleri ya da resmi tezlere aykırı tarih anlayışları, 31 Mart hadisesine gönderme yapılarak, tıpkı Meral Akşener’in “Derviş Vahdeti” vurgusu yaptığı gibi irticai talepler olarak bastırılmış, ihtiyaç duyulduğunda “irtica” söylemini besleyecek olaylar kurgulanmıştır. Siyasi tarihimizde muhalefeti susturacak bu tür komploların pek çok örneği mevcuttur.
Meral Akşener bu konuşması ile ait olduğu yeri işaretlemiştir ki burası milliyetçi-mukaddesatçı saha değildir. Anlaşılan, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde toplumu tekrar “Modern-Gerici” ayrışması üzerinden kutuplaştıran bir siyaset güdülmek istenmektedir. CHP’nin kuruluşundan beri kendisini konumlandırdığı “laik-modern” cepheye Meral Akşener’in İyi Partisi ile Ali Babacan’ın Deva Partisi de heveslenmiş görünmektedir.
Tekrar 31 Mart Hadisesine dönecek olursak, tarih yazımının iktidarı elinde bulunduranlar tarafından kurgulandığı bilinmektedir. İşin esasını bilmek ve kavramak bakımından olaylara bizzat şahitlik edenlerin anlatımı çok önemlidir. Yıldız Sarayı’nın Bulgar Sandinisky eşkıyalarıyla birlikte Hareket Ordusu tarafından basılıp yağmalandığı korkunç ve utanç verici olayların iç yüzü, olayların tam ortasında yer almış bir subayın, Mustafa Turan’ın “31 Mart Faciası” adlı hatıratında anlatılmıştır. Bu hatırat, 31 Mart Hadisesinin yüzüncü yıl dönümü vesilesi ile tarafımızdan 2008 yılında yazı konusu edilmişti (*). Meral Akşener’in konuşması sebebiyle bu hatıratta yazılanları tekrar hatırlamakta fayda var.
Taşkışla’da mızıka zabiti olarak görev yapan Mustafa Turan, 31 Mart Vak’asının öncesinde ve sonrasında Taşkışla’da bizzat gördüklerini, şahit olduklarını 1966 yılında Üçdal Neşriyat tarafından yayımlanan “31 Mart Faciası” adlı kitabında anlatmıştır. O tarihte kendisi de İttihat ve Terakki Cemiyeti mensubu olan Mustafa Turan, II. Abdülhamit’in ayaklanmadan sorumlu tutularak tahttan indirilmesi ile sonuçlanan olayların bir Yahudi komplosu olduğu kanaatindedir ve 31 Mart Vak’ası ona göre tam bir mizansendir.
Mustafa Turan, 31 Mart Vak’asının icad ve sahneye konmasında, Türk ve İtalyan çifte tabiiyetinde olan ve hürriyetten sonra da Selanik mebusumuz olan (EMANUEL KARASU) ile İttihatçıların Maliye Nazırlığını yapan Cavid Bey’in başrolü oynadığını iddia eder. Yazara göre, ilk iş Emanuel Karasu’nun İttihatçılara verdiği para ile başlar. Emanuel Karasu İtalyan bankasından aldığı 400.000 liralık altınları dört teneke içinde Metroviçeli (NECİP DRAGA) isminde zengin bir adama verir o da bu parayı İttihad ve Terakki Cemiyeti mensubu Eyüp Sabri Bey’e (Çorum Mebusu) verir. Bu paralar 31 Mart hadisesinin yaratılmasına sarf edilir.
Emanuel Karasu bu hadiseyi müteaddit defalar makam-ı iftiharda, Sultan Hamid’e 5 milyon altına yaptıramadığımız işi biz İttihatçılara 400.000 altına yaptırdık diye övünmüştür. (shf. 14) Emanuel Karasu’nun ifade ettiği 5 milyon altın, Yahudilerin Kudüs’e yerleşmelerine izin vermesi için Teodor Herzl tarafından 1898 yılında Abdülhamid’e teklif edilen, fakat Padişah tarafından reddedilen rüşvettir.
Mustafa Turan, başında Emanuel Karasu’nun bulunduğu Selanik (Rizorta) Farmason locası ile İtalya’da (Floransa)’ya bağlı locaların İttihat ve Terakki’ye nüfuz ettiğini ve yönlendirdiğini düşünmektedir. Ona göre, 31 Mart Hadisesi’nin düzenlenmesi de dâhil olmak üzere, İttihat ve Terakki’nin yaptıkları işler Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulmasına mâni olan Sultan Abdülhamid’i devirmeye yöneliktir.
Yazar kitabında, Osmanlı Devleti’nin tarihi ve düşmanları hakkında bir takım siyasi değerlendirmeler yaptıktan sonra, yaşadığı 31 Mart Vak’ası’nı aşağıdaki gibi anlatır.
“1325 senesinin 12’inci Cuma günü her zaman olduğu gibi askerleri Cuma Selamlığına götürmüştük. Avdette Taşkışla’ya geldiğimizde her koğuşta sarıklı sakallı birtakım hocalar bulduk. Bunlar selamlığa gitmeyip kışlada kalmış olan erata vaiz verdiklerini gördük. Sebebini sorduk, hassa ordusu kumandanlığının emriyle askerlere dini öğütler vereceklerini söylediler. Askerlikte silsile-i meratip var, gelen bir emrin üst kademeden dümen neferine kadar bildirilmesi gerekir. Taşkışla’da üç yüze yakın koğuş olduğuna göre bir hayli hoca gelmişti. Bazılarına bu vazife için ücret alıp almadıklarını sorduk, medreselere gelen memurlar tarafından şimdilik bir haftalık ücret olarak birer buçuk altın lira aldıklarını ve münavebe ile bu vazifeyi Taşkışla ve Beyoğlu topçu kışlasında yapmak üzere gönderildiklerini söylediler.
Burada dikkate değer bir nokta var: Bu emirden kışlada mes’ul kumandanların hiç mi haberleri yoktu. Nizamiye kapılarındaki nöbetçiler emirsiz kuş bile uçurmazlarken, bu hocaların girip çıkmaları mürettep facianın çok ustaca tertiplendiğinin en bariz bir delilidir.”
Bugüne kadar 31 Mart Vak’ası hakkında yazılan eserlerde yalnız üçüncü ve dördüncü avcı taburlarından bahsedilmiş, hiçbir yazar Taşkışla’nın içine girmemiştir.
Hâlbuki kışlada avcıların birkaç misli kadar fazla hassa ordusu eratı vardı. Bunlar hassa ordusunun ikinci fırkasına mensup yedinci ve sekizinci alayların taburları ile mızıka bölükleri, nümûne ve istihkâm bölükleri bir de askerî hapishane vardı.
Hadiseyi tertipleyenler kışlada mevcut tabur ve bölüklerin isimlerini tespit etmişler ki, 31 Mart günü üst nizamiye kapısındaki nöbetçi borazan, acı acı her bölüğün adı ile toplanma borusunu çalıyor, kışlanın askerleri kışla avlusunda toplanıyor, arkasından (Titeuuuyyytitey tadey) diye mızıka çağırıyor. Kimin verdiği belli olmayan emirle marş çalınıyor. Yine borazan paşa geldi borusu çalıyor, hazır ol, selam dur kumandası veriliyor, önde bir paşa maiyetindeki zabitler beraber avluya geldiler. Hey’et ihtiram vaziyeti aldı, Padişahın marşı çalındı, erat ‘‘Padişahım çok yaşa’’ diye bağırdılar. Rahat dur kumandası verildi. Paşa askerlere hitaben Şevketlu Padişahımız Efendimizin Fermanı Hümayunlarını okuyacağını, bunu can kulağı ile dinlemelerini söyledi.
Matbaada yaldızla basılmış, üzerinde padişahın büyük tuğrası bulunan fermanı Paşa okumaya başladı, bizler yakınında olduğumuzdan fermanı görüyor ve gayet vazıh duyuyorduk. Bu fermanda özet olarak şöyle deniliyordu:
Rumeli’nin Balkan ufuklarında kara bulutlar dolaşıyor, vatanın mukadderatını tehdid ediyor. Bu kara bulutlar hayra alamet değildir. Siz asker evlatlarım bu yurdun bekçilerisiniz, siz olmazsanız bu vatan müdafaa edilemez, 600 senelik ecdadımız bu yolda canlarını kanlarını vermişlerdi. Ben irade ediyorum, düşmanla çarpışırken onları daha iyi görebilmeniz için yeni bir başlık giyeceksiniz. Bunda dini hiçbir mahzur olmadığına dair Şeyhulislam’dan fetvasını da aldım, ululemre itaat vacibdir deniliyordu. Paşa bir paketten yeni bir başlık çıkardı. Bu başlık Enveriyye biçiminde önü siperli bir başlıktı.
Paşa başındaki fesi çıkarıp yeni başlığı giydi, mızıka bir marş çaldı, erat Paşanın önünden merasimle geçtiler. Merasim bitince hey’et çekilip gitti. Fermanın başında bütün paralarda görülen Padişahın Tuğrayı Hümayun, altında da Halife-i Müslimin Sultan Abdülhamid’in imzası vardır.
Meğer fermanı okuyan paşa ve maiyetindeki zabitler sahte üniforma giydirilmiş isyanı hazırlayan ve tertipleyen mühim şahsiyetlerdi. İçlerinde Cemiyetten tanıdığım Bahaeddin Şakir, Midhat Şükrü Beylerle Ömer Naci Bey vardı. Fermanı okuyan bir Paşaydı, bu fermanın sahte olup sun’i bir isyan maksadı ile tertiplenmiş olduğu akla gelmezdi.
Fakat o günün dini taasup ve inançlarına göre Müslümana şapka giydirmek barut fıçısına ateş atmak gibi bir şeydi.
Böyle bir serpuşun giydirilmesi askerlerin maneviyatında reaksiyon yaratacağı muhakkaktı. Taşkışla’dan ayrılan hey’et Beyoğlu Topçu Kışlası’na gitmişler aynı fermanı okuyup onların da dini duygusunu kamçılayıp gitmişler. Sahte hey’et gerek Taşkışla’ya ve gerek Beyoğlu Topçu Kışlalarında fermanı okudukları sırada, çavuş, başçavuş kılığında askerlerin teşviki için bir hayli casus sokmuşlar, hey’etin kışladan ayrılmasıyla bunlar faaliyete geçtiler. Bunlardan Ömer Naci Bey kışla avlusunda bir istihkam arabası üzerinde bağırmaya başladı. Heyyy… Asker kardeşler geliniz, toplanınız, size diyeceklerim var, sizler Müslüman değil misiniz? Bizleri anamız babamız dini bir uğruna askerlik yapmak için göndermedi mi? Şapka giymek ne demek? Dini mübini İslam’ın evlatlarını düpedüz gavur yapacaklar, ne duruyorsunuz? Bütün ecdadımız bu uğurda kanlarını canlarını verdiler. Müslümanlık elden gidiyor, dönüp avcı askerlerine sizlere söylüyorum, gavur olmak için mi hürriyet yaptınız, sizin vazifeniz hem hürriyeti hem de dinimiz olan Müslümanlığı muhafaza etmek değil mi? Ne duruyorsunuz, haydi hep beraber mebusan meclisine gidelim derdimizi anlatalım, diye askerlerin arasına karışmış olan casuslar da askerleri tahrik ettiler. Bir anda kızılca kıyamet koptu. Borazanlar bir yandan silah başı toplanma borusu çalıyor, kışlanın içi bir anda karışıverdi. Hadiseyi önlemek isteyen zabitleri bir koğuşa kapattılar, süngülü nöbetçi diktiler.
Aynı şekilde Beyoğlu Topçu Kışlası da ayaklandırılmıştı. Kışla avlusu mahşeri bir hal almıştı. Çünkü meşrutiyeti yaratan bir idarenin kendi evlatlarına kıyacağı hatıra bile gelemezdi. Olayın sun’i tahrik olduğunu kestirmek imkânsızdı.
O gün yani 31 Mart Salı günü önde yedinci alayın bandosu (Ey gaziler yol göründü yine garip sineme) marşını kimin verdiği belli olmayan bir emirle arkada üçüncü, dördüncü avcı taburları ile yedinci, sekizinci hassa alayları olduğu halde Dolmabahçe’ye inildi. Tam bu sırada askerlerin arasına karışmış olan tahrikçiler bellerindeki tabancayı çıkarıp havaya ateş etmeye başladı, askerlere ne duruyorsunuz sizler de ateş etsenize diye bağırdılar o anda mavzerler havaya dikildi, bir çatırtı koptu, silah sesleri halkı da ayaklandırdı.
Tophane’deki askerler de kafileye karıştı, sivil asker karışık bir insan seli köprüye doğru akıyordu. Köprü başına geldiğimizde Bankalar caddesinden inen Beyoğlu topçu askerleri de kafileye katıldı. Yeni camiye geldiğimizde merdivenlerin üst kademesine kadar papatya tarlası gibi beyaz sarıklı softalarla dolmuş, bunlar askerlerin yolunu kesiyor, Müslümanlık elden gidemez, askerlerimize şapka giydirip gavur yapacaklarmış ha. Şeriat isteriz. Şeriat diye, şeraitin ilk avazesi burada işitildi. Hocalar da kafileye karıştılar manzara görülmemiş bir hal aldı. Asker, sivil, hoca karışık bir mahşeri kalabalık sel halinde akıyordu. Bir uğultu halinde tekbirler bandonun gürültüsü ile karışık acayip bir senfoni ile Ayasofya meydanına doğru ilerliyordu. Ayasofya meydanına geldiğimizde, büyük kestane ağaçları tepesine kadar karınca gibi insan dolu, Gülhane kapısından Divanyolu’na kadar dizi halinde atlı tramvaylar caddeleri tıkamışlar, hareketsiz bir halde bulduk.
Asker, hoca karması olan mahşeri insanlar mebusan binasını çevrelediler. Uğultu halinde tekbirler getiriliyor, tramvayların tepesine çıkmış bazı softalar ezan okuyorlar, arada bir şeriat isteriz, şeriat diye bağrışıyorlar, kimin kimden hangi şeriatı istediği uğultu arasında kayboluyor. Mebusan binası civarında tek tük silah sesleri oldu. Haber derhal yayıldı. Bizleri gavur yapmak isteyenlerden birini öldürmüşler, kimdir o. Tanin Gazetesindeki Selanik dönmesi Hüseyin Cahit Bey’miş. Asiler yanlışlıkla Hüseyin Cahit Bey diye Lazkiye mebusu Şekip Arslan Bey’i (doğrusu Şekip Arslan’ın kuzeni Muhammed Mustafa Emir Arslan) öldürmüşler. Cesedi sürükleyip parçalamak istemişler fakat yanlışlık anlaşılmış vazgeçmişlerdi. Hadisenin ehemmiyet ve fecaatini gören Adliye Nazırı Nazım Paşa büyük bir cesaret gösterip hadiseyi önlemek maksadıyla beyanatta bulunmak için pencerelerden birinde göründü. Asker evlatlarım sizleri iğfal etmişler, aldanıyorsunuz. Şeriat esasen mevcuttur, ne dine ne de şeriata hiç kimse dil uzatamaz demeye kalmadı, vurun öldürün asıl şeriat düşmanı odur. O aralık bir zabit Hamdi Çavuş’a bağırdı, o anda silahlar patladı. Meclis reisi Ahmed Rıza Bey diye ikinci bir yanlışlıkla Nazım Paşa’yı öldürdüler. Hamdi Çavuş sağa sola emir veriyordu, borazanlar toplanma borusu çaldı, yarı nizam haline giren asker yine hocalarla karışık Divanyolu’na, oradan da Babıali’ye inildi. Babıali’den inerken fırsatçılar Şurayı Ümmet ve Tanin Matbaasını tahrip ve yağma ettiler, askerlerin bu işte dahli yoktur.” (shf. 50 -52)
Ayasofya meydanında hadiseler devam ederken, üçüncü bir gurup faciası da Bahriye Silah Endaz bölüğünde filizleniyor. Tahrikçiler orada şeriat değil, başka bir gerekçeyle askerleri tahrik ediyorlar. Güya, Asarı Tevfik zırhlısının süvarisi binbaşı Ali Kabûli Bey, Yıldız sarayını bombardıman edip, Halifeyi öldürecekmiş. Ali Kabûli Bey’i bir erzak arabasına kilitleyip Yıldız Sarayı mabeyn dairesinin önüne getiriyorlar. Padişahı mabeyn penceresine çıkmaya mecbur edinceye kadar “Padişahım çok yaşa” diye bağırıyorlar. Padişah pencereden onların isteklerini dinledikten sonra, Ali Kabûli Bey’in istintak edilmesi için Bahriye Nezaretine götürülmesi hususunda irade gönderiyor, fakat asiler iradeye rağmen Ali Kabûli Bey’i orada linç ederek öldürüyorlar. “Ayasofya meydanından Taşkışla’ya avdetimizde Ali Kabûli Bey’in Yıldız’da parçalanıp asıldığı haberi yayıldı. Şu halde 31 Mart kurbanları üç kişiden ibaret olup Nazım Paşa, Şekip Arslan Bey, Ali Kabûli Bey’di. Bizler Ayasofya meydanında iken, avcıların hapis ettikleri Taşkışla’daki zabitler fırsat bulup hepsi kaçmışlar, kışlada disiplin kalmamıştı. Koca kışlada bölüklerde tek tük zabit kalmış, yüksek rütbeli olanlar hepsi görünmez olmuştu. Avcılar askeri hapishanenin kapısını açıp mahpusları salıverdiler. Ertesi gün sanki hiçbir hadise olmamış gibi sükunet içinde geçti. 31 Mart’tan üç gün sonra 3 Nisan Cuma günü Yıldız Selamlığına gidildi. Sönük bir merasimle selamlık yapıldı fakat birliklerin başında belli başlı zabitler yoktu.
Aradan geçen bir hafta zarfında kışlada dedikodu yayıldı, Selanik üçüncü ordudan hareket ordusu adında bir ordu geliyormuş, İstanbul’da manevra yapacaklarmış. Halbuki İstanbul’da bulanık sular durulmuş, ortada eser kalmamıştı…
10 Nisan 1325 senesinin Cuma günü yine Taşkışla askerlerini selamlığa götürdük. Bu selamlık Sultan Abdülhamid’in otuzüç yıl süren saltanatının son selamlığı olmuştu.
Mutad olduğu için her selamlıkta resmi geçit yapılırdı. O gün resmi geçit yapılmadı. Bir aralık Hünkar yaverleri geldiler, selamlıkta askerlerin başında ne kadar zabit varsa Padişahın huzuruna çıkarılacaklarını tebliğ ettiler, huzura çıkarıldık, saf olup selam vaziyeti aldık. Padişahın yanında hassa ordusu kumandanı Ahmed Muhtar Paşa ile Serasker Rıza Paşa vardı. Abdülhamid özel olarak şunları söyledi: gerek selamlığa gelen ve gerek kışlada kalan asker evlatlarıma selam ve irademi tebliğ ediniz. (Ayastafanos-Yeşilköy) ye hareket ordusu adında üçüncü ordu askeri gelmiştir. Onlar da sizin gibi Türk askerleridir. 31 Mart günü Taşkışla’da okunan ferman benim fermanım değildir.
Bu hadise bazı düşmanlar tarafından tertip edilmiş maksatlı bir siyaset olayı olduğunu tahkik ettirdim. Milletime benim zinhar böyle bir fermanım yoktur, olamaz. Sizleri aldatmışlar, kötü emeller için teşvik, tahrik etmişler, bu gibi teşvikata kat’iyyen inanmasınlar, kışlalarında sakin olsunlar. Olmaya ki 31 Mart’ta olduğu gibi silah istimaline kalkışmasınlar diye askerler tebligatta bulunulmasını irade etti, yanındaki kumandanları da ima ederek kendilerine lazım gelen emirleri de verdim demişti.
Eğer Abdülhamid İstanbul’da mevcut hassa ordusuna, gelen hareket ordusuna karşı müdafaa emri vermiş olsaydı, 31 Mart faciası Osmanlı ordusu için çok kötü neticeler verebilirdi.
Fakat Abdülhamid bunu yapmadı. Mukadderatına boyun eğdi, huzurundan çıkan arkadaşlar askerlere Padişahın iradesini bildirdiler. O gün hiç selamlık yapılmadı, Padişah sessiz sedasız camiye geldi, biraz sonra yaverler gelip askerlerin bekletilmeyip kışlalarına dönmeleri iradesini getirdiler…
31 Mart’ın krizi geçmişti. Bir haftadır kışlada kayda değer hiçbir şey olmadı. Avcı taburlarının başında hiçbir zabit yoktu. Bunların hepsi birden niçin yok olmuşlardı. Tertipçiler tarafından uzaklaştırılmışlardı. Bu da hadisenin mürettep olduğunun belli başlı delillerinden birisi idi. Kışlada yüksek rütbeli olarak yedinci alay kumandanı miralay Bakırköy’lü İsmail Hakkı Beyden başka kimseler yoktu. Bir aralık borazanlara toplanma borusu için emir verdi. Zabit erat hepsi kışla avlusunda toplandılar kumandan özet olarak şöyle demişti:
Askerler, ortalıkta türlü dedikodular dolaşıyor, bunlar bazı siyasi maksatlar için uydurma sözlerden ibarettir. 31 Mart günü yapılan hadisede bu maksatların bir neticesidir. Aranızda eksilen zabitleriniz yine vazifelerinin başına dönecekler. Askerlikte emre itaat vaciptir. Bugün sizlere baladan gelen emri, iradei tebliğ ediyorum. 31 Mart günü olduğu gibi askerlik şerefine yakışmayan bu gibi hallerin dinimizde yeri yoktur. Herhangi bir sebeple olursa olsun emir aldıkça kendiliklerinizden hiçbir harekete tevessül etmemenizi ve etmeyeceğinize dair söz vermeniz için sizlere yemin teklif ediyorum, yemin edermisiniz? Askerler hep bir ağızdan Vallah Billah diye bağırıp yemin ettilerdi.
Taşkışla’nın birinci katında avcı taburları ile nümune ve istihkam bölükleri, ikinci katta da hassa eratı vardı. Nizamiye kapıları cephanelik gibi nöbetçi yerlerini münavebe ile hassa eratı tutar. Avcı taburlarının bu nöbetlerle alakaları yoktur.
10 Nisan gecesi avcılar her halde bir şeyler sezmiş olmalılar ki cephanelikteki nöbetçilerin silahlarını alıp gözaltına almışlardır. Harbiye cihetindeki cephaneliğin kilitlerini kırıp erleri posta yapıp cephane sandıklarını koğuşlarına taşımışlardı gece yarısında vaziyet haber alındı. Kumandana bildirildi harekete geçildi, fakat merdiven başlarını tutan avcı askerleri emir aldık gelmeyin yakarız, diye fişek sürdüler. O sırada nöbetçi çavuşları ikinci bir haber getirdiler: Kışlanın Gazhane tarafındaki yamaçlarda takye biçiminde beyaz külahlı, göğüslerinde çapraz fişeklikli yabancı kıyafetli kalabalık bir takımın harıl harıl siperler kazdıklarını söylediler.
Alay kumandanına vaziyeti bildirdik, sabah olsun vaziyet anlaşılır demişti. Aradan bir saat geçti geçmedi Beyoğlu cihetinde üst nizamiye kapısında birdenbire silahlar patlamaya başladı ve mitralyoz çatırtıları da silah seslerine karıştı.
Hareket Ordusu kışlaya baskın yapmıştı. Avcılarda onlara karşı mukabil ateş açmışlar ilk anda vaziyeti bilmeyen askerler kışladan dışarı çıkmışlar fakat hareket ordusunun Sürp Agop Ermeni mezarlığına yerleştiklerini mitralyözlerin taraması ile hepsi yerlere serilmişlerdi..
11 Nisan Cumartesi günü şafakla başlayan çarpışmada öğleye doğru Harbiye’den atılan top mermileri ile ön nizamiye kapısıyla ikinci katın bir kısmı yıkıldı. Biraz sonra da Harbiye cihetindeki nümune bölüklerinin bulunduğu koğuşlar baştanbaşa yıkıldı. Bütün efradı enkaz altında can verdi.
Çarpışma fasılasız ikindiye devam etti. Beri tarafta Beyoğlu topçuları Harbiye’deki topçularla çarpıştı. Bir aralık yedinci alay kumandanı İsmail Hakkı Bey avcılara, yapmayın etmeyin diye mani olmak istedi ise de muvaffak olamadı. Bizleri çağırdı, oğlum şu beyaz çarşafı bir sırığa bağlayın üst kat pencerelerinden birinden teslim bayrağı diye sallayıp belki sükunet bulurlar da çarpışmayı yatıştırmış oluruz. Dediğini yaptık hakikaten silah sesleri sustu. Kumandan derhal bir yazı yazdı ve arkadaşımız Yüzbaşı Hikmet’le karşı tarafa gönderdi, her şey mayna olmuştu.
Yıkılmış olan nizamiye kapısının enkazı arasından elinde tabanca Hürriyet kahramanı binbaşı Enver Bey on kadar arkadaşı yanlarında kıyafetlerinden Bulgar çeteleri olduğu anlaşılan acayip kıyafetli kalabalık kışla avlusuna geldiler. Enver Beyin yanında, uzun boylu sarı seyrek sakallı Makedonya İhtilal Komitesinin Reisi meşhur Sandeneski vardı… İlk iş sağ kalabilen avcıları silahtan tecrit edip süngülediler. Beri tarafta kumandan İsmail Hakkı Bey, Enver Bey’e; oğlum gazanız mübarek olsun. Avcılara söz anlatamadım. Dün yemin ettikleri halde gece cephaneliği kırmışlar bu fecaate sebebiyet verdiler, meram anlatamadım. Enver Bey ansızın üzerine yürüdü ve sille tokat vurup kumandanın sakalını yoldu. Kumandan bir an içinde kükredi kan boğacak gibi bir hal aldı ve seni utanmaz alçak diye Enver Beyin yüzüne tükürdü. Sen askerliğin şeref ve namusunu tanımayan bir insan olduğunu bu hareketinle ispat ettin yazıklar olsun sana ki, bir Türk zabiti üniformasını taşıyorsun. Askerliğin en alçak bir ferdi imişsin ki düşmanlarımızın karşısında bana bu şerefsizliğini gösterdin. Askerlikte değil dindaşın düşman askeri bile olsa teslim olduktan sonra böyle bir muamele yapılamaz. Ben senin kanından, dininden şüpheliyim. Eğer kanında bozukluk olmamış olsaydı Bulgarları göstererek bunların karşısında kendi milliyetini ayaklar altına alıp böyle şerefsiz bir harekette bulunmazdın dedi ve sarsıldı. Kendini kaybetti.
Bulgarlara karşı müstahak olduğu cevabı yüzüne çarpan babası yaşındaki değerli bir Türk kumandanını verdiği bir emirle çarıklı Bulgar çetecilerine üç zabit arkadaşı ile beraber kışlanın avlusunda kurşuna dizdirdi. Sandeneski’ ye dönüp hak etmedi mi diye söylendi.
Teslim olan askerler silahlarından tecrit edildikten sonra koğuşlara kapatıldılar. Birer birer çağrılıp süngülenip öldürüldüler. Kışla avlusunda cesetler yığılmış bir mezbaha halinde idi. Sağ kalabilenlerini bölük yapıp istihkam erleri ile kazma kürekleri ellerinde olduğu halde halen Taşkışla’nın karşısında Dağcılık Kulübünün tenis kortu olan binanın üst tarafındaki Sürp Agop mezarlığında açtırdıkları çukurlara kendi yavrusunu yiyen canavarlar gibi ölen arkadaşlarımızı süngü tehdidi altında bizlere gömdürdüler. Orada 31 Mart’ın kütle halinde gömülen suçsuz kurbanları yatmaktadır. Tarihçiler, 31 Mart’ın hakiki cephesini yazmak isteyenler orasını eşelesinler, en doğru vesikaları, dökümanları orada bulacaklar.
Taşkışla’da gördüğümüz facia Orta Çağ engizisyonunda bile görülmeyen korkunç fecaatti. Bu kahraman-ı hürriyet türedisi Taşkışla’da Türk askerlerine her türlüsünü gösterdi. Hürriyet için kızılca kıyamet kopardığını zanneden Enver Bey bizi tarih sahnesinden silmek isteyen düşmanları arkasına taktı, onlara süngületti, kurşuna dizdirtti, bu kabadayılığı bari kendi yapsaydı öldürttüğü askerlerin ana ve babaları evlatlarımız şehit oldu diye ona lanet okumazlardı. Öldürülenler davacı olmasa bile tarih onun davacısıdır. Ne yazık ki vatanın müdafaası için evlatlarını askere göndermiş olan birçok anne ve babalar onların yollarını senelerce boş yere beklediler. 31 Mart faciasının talihsiz meçhul kurbanları bir Müslüman mezarlığına bile gömülemediler, Sürp Agop Ermeni Mezarlığında eridiler. Taşkışla faciası bu halde iken Bulgar çete reisi Sandaneski efradını toplayıp Enver Beyle beraber Yıldız Sarayını bastılar. Osmanlı hanedanının 600 seneden beri saltanat sürdüğü bir tarihi hiçe sayarak Abdülhamid’in sarayını Bulgar eşkıyalarına yağma ettirdi. Fesatçılar kararlarında Sultan Hamid’i tahtından indirmek ve Yıldız’daki hazineyi elde etmek için 31 Mart’ı yaratmışlardı. Saray yağma edildi, fakat hazineyi bulamadılar. Baş musahip Cevher Ağayı yakaladılar, türlü işkence yaptılar, sadakat gösterdi, velinimetine ihanet edemeyeceğini yüzlerine karşı bağırdı, boynuna ip takıp astılar. Bu sefer ikinci muhasip Nadir Ağayı tuttular, asılı olan Cevher Ağanın ölüsünü gösterip hazinenin yerini göstermezse aynı akıbete uğrayacağını söylediler, yapılan işkenceye dayanamadı, gizli hazinenin yerini gösterip canını kurtardı. (shf. 56-59)
Mustafa Turan, Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelmesinden sonra gelişen olayları şöyle anlatır.
“O gün İstanbul’da örfi idare ilan edildi, akşam ezanlarından sonra dışarı çıkmak yasak oldu. Limanda seyrüsefer bozuldu. Ne karşıdan İstanbul’a, ne de İstanbul’dan Kadıköy ve Üsküdar cihetine geçilemiyordu.
Taşkışla’da öldürülen askerlerin cesetlerini çöp arabalarına bizlere doldurtup, gece sabahlara kadar kitle halinde Sürp Agop Ermeni mezarlığına gömdürdüler. Hareket ordusundan ölenler azdı, onlar da tantanalı merasimle Hürriyet-i Ebediye ismini verdikleri yere gömdüler.
Ertesi gün kışlada sağ kalan elli kişi kadar zabit karışık bizler, süngülü muhafızlarla Bekir Ağa zindanına götürüldük. Bizim bandodan dört zabit arkadaş şunlardı: Yüzbaşı Hikmet, Mülazım Arif, ben, Susurluk’lu Halit’ti. Bandomuzun geri kalan eratı isyanla, silahla hiçbir alakaları olmadığı halde Taşkışla’da yok edilmişlerdi.
Bizler Bekir Ağa Zindanına gelmeden evvel zindanı asker, sivil ve birçok kimselerle dolu halde bulduk. Divan-ı Harbe her gün on-on beş kişi çıkarılıyor, kimi asılıyor, kimi Kağıthane’de kurşuna diziliyor, içeride bir ölüm havası içinde nöbet bekliyorduk. Divanı Harbin maznunlarına en ziyade şu suali sorduklarını öğrendik. 31 Mart Salı günü Ayasofya meydanına gittin mi? Gittim diyen ya asılıyor, ya da sınıfına göre kurşuna diziliyor. Ceza en hafiften idam.
Sıra bize geldi. Dört arkadaş Divan-ı Harp huzuruna çıkarıldık. Cemiyetten tanıştığım Hafız İsmail Hakkı Bey’de aza bulunuyordu. Hiç tanımamazlığa geldi, eh diyorduk bizler nasıl olsa silahlı asker değiliz, sonra Cemiyetin de mensubuyuz, bizlere bir şey dokunmaz kurtuluruz, ümidinde idik. Ne yazık ki ümitlerimizin aksi oldu.
İlk sual künyelerimiz soruldu. 31 Mart günü Ayasofya meydanına gittiniz mi? İnkâr imkansız, gittik efendim, amma bizler silahsız askerleriz, biz mızıkacıyız, sadece marşlar çaldık, bizi oraya sürükleyerek götürdüler, ne olanlardan haberimiz var, ne bir işe karıştık. Reis gürledi: Ey gaziler, yol göründü marşını çalmadınız mı? Çaldık efendim. İyi ya demek ki siz askerleri teşvik ve tahrik ettiniz, aynı cürümle mücrimsiniz… Cevap vermedik.
Yüzbaşı Hikmet, efendim, ne kimseyi tahrik ettik, ne de teşci ettik, sel önüne katılıp sürüklendik.
Reis kükredi, susunuz itiraz yok, hakkınızda verilecek kararı dinleyin. Katibe dönüp; yaz kararı dedi: (Meşrutiyeti ilga, yerine şeraiti ikame maskesi altında hükümetin kurduğu hürriyet nizamını yok etmek, bu yüzden bir çok vatandaşın kanlarının dökülmesine, meclisi mebusanı basıp katliam ve asayişi ihlale ictisar eyledikleri ikrar ve itiraflarıyla sabit olduğundan alay 7 mızıka bölüğü zabitlerinden Yüzbaşı Hayri oğlu Hikmet, Mülazım Ahmed oğlu Mustafa, Mülazım Rıfat oğlu Arif, Çavuş Hasan oğlu Halit’in, rütbe ve nişanlarının ref’ine, kıtaatı baideye sevklerine, altışar ay Hidamatı Şakkade ağır hizmetlerde istihdamlarına karar verildi).
Hiçbir temyiz ve itirazı olmayan bu kararlar, nişanlar sökülüp Bekir Ağa bölüğüne, oradan da Sirkeci sevkiyatına getirildik.” (shf. 60-62)
Mustafa Turan ve arkadaşları zahmetli bir tren yolculuğundan sonra Selanik’e gelirler. Birkaç gün konuldukları hangarda kaldıktan sonra, bir mızıka yüzbaşısı gelerek mızıkacıları toplayıp Kırmızı Kışla’ya götürür. Burada bir süre mesleklerini icra ettikten sonra, Yunan hududundaki Kayalar kazası ile Kozina Dağları arasında taş kırma ve yol yapma işine götürülürler. Burada çok zor şartlar altında çalışırlar.
1325 senesinin Birinci Teşrin ayının yedinci günü cezaların bittiği, harekete hazır olmaları tebliğ edilir. Kafilenin yarısı sefaletten ve açlıktan ölmüştür. Mustafa Turan ve arkadaşları Soroviç istasyonundan trene binerler. Selanik’e vardıklarında sürprizle karşılaşırlar. Burada, verilen cezanın kâfi görülmediği, altı ay daha Karaburun istihkâmlarında siper kazma cezası verildiği kendilerine tebliğ olunur. Götürülürken, Alatini Köşkü önünde “Padişahım Çok Yaşa” diye bağırtılırlar.
Bu ceza süresinde, kafile arkadaşları Yüzbaşı Hikmet’le Mülazım Arif’i Karaburun istihkâmlarında karlar altında toprağa verirler. Yüzbaşı Hikmet “Sebep olan, sebepsiz kalsın, Allah’ın lanetine uğrasın” bedduası ile son nefesini verir.
Mustafa Turan’ın askerliği Birinci Dünya Harbi’nde devam eder. 1330 senesinin aralık ayının son günlerinde, Kafkas cephesinde, Allah-ü Ekber Dağlarında kolordu kumandanı ve maiyeti ile birlikte Ruslara esir düşerler.
Yazarın 31 Mart Hadisesi ile ilgili son sözleri şöyledir.
“Bizler Sibirya’nın müntehasında Sayan Dağları eteğinde Yenisey kenarında (Kıras Noyarsk-Kızıl Yar) şehrinde esir kampında 31 Mart faciasının dramı ve son perdesinin kapandığını orada duyduk. O günün biz gençleri temiz ve halis bir imanla bağlandığımız İttihat ve Terakki Cemiyeti bizleri bir deri gibi yerden yere vurduğu halde vatan aşkıyla her felaket ve ıstıraba katlandık. Ne yazık ki onların iç yüzünü bilemedik, canla başla çalıştık. Tek tesellim (İstiklal Savaşları) nda günahlarımızın kefaretini fazlasıyla ödemekliğimizdir.” (shf.71)
(*)Bu yazı, 31 Mart Faciası (Hatıratları Hatırlamak) başlığıyla Söz ve Adalet Dergisi’nin 1inci sayısında (Şubat 2008) yayınlanmıştır.
Dipnot
[i] 5 Haziran 2013 günü Taksim Platformu tarafından hükümete verilen ültimatom da göstericilerin talepleri şöyle ifade ediliyordu: “Yükselen bu tepkinin içeriğinin; başta 3. Köprü, 3. Havaalanı, Kanal İstanbul, AOÇ ve HES’ler olmak üzere ekolojik değerlerimizin talanına ve güncel olarak Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısına ilişkin itirazların, ülkemize ve bölgemize ilişkin savaş siyasetine karşı duruşun ve barış talebinin, Alevi yurttaşlarımızın hassasiyetlerinin, kentsel dönüşüm mağdurlarının haklı taleplerinin, kadınların bedenleri üzerinde denetim kuran muhafazakar erkek politikalarına karşı yükselen sesin, başta Türk Hava Yolu işçileri olmak üzere tüm emekçilerin hak gasplarına karşı taleplerinin, tüm cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığına karşı mücadelenin, yurttaşların eğitim ve sağlık hakkına ulaşımının önündeki tüm engellerin kaldırılması istemleri” olduğunu iktidar sahiplerine iletmek istiyoruz.”
*Bu yazı 30 Nisan 2022 tarihinde SDE.org sitesinde yayınlanmıştır.