Yeni Türkiye, statüko diye adlandırdığımız, ABD-NATO kontrolündeki devlet yapısının bu tasalluttan kurtulup bağımsızlaştığı Türkiye’nin adıdır.
Bu bağımsızlık hareketinin hız kazanmasında, ABD’nin Irak’ı işgal teşebbüsü tetikleyici bir rol oynamıştır. 11 Eylül 2001 saldırılarını bahane eden ABD ve koalisyon ortakları, kendi hakimiyetlerinde yeni bir dünya düzeni kurmak hedefiyle harekete geçmişti. ABD’nin BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) olarak adlandırılan yeni dünya düzeni, Fas’tan Çin’e kadar bütün bir coğrafyanın –ki bu coğrafya İslâm coğrafyasıdır– siyasi ve ekonomik olarak yeniden yapılandırılmasını, mevcut devletlerin parçalanarak, mikro-devletlere bölünmesini öngörüyordu. ABD, kısa vadede Avrasya’yı kontrol etmeyi, Irak’tan başlayarak Ortadoğu’yu şekillendirmeyi, Körfez bölgesine hâkim olmayı ve uzun vadede, tek başına dünya hakimiyeti kurmayı hedefliyordu.
Büyük Ortadoğu haritası
ABD, önce Afganistan’ı işgal etti. Ardından Irak’ın işgali için hazırlığa başladı. İşgal stratejisi, askerî harekâtın, Türkiye toprakları kullanılarak, Irak’ın, kuzeyden başlayarak işgal edilmesine dayalıydı.
O sırada Türkiye’de DSP-MHP-ANAP koalisyonundan müteşekkil 57’inci hükümet iş başındaydı. Hükümet ekonomik ve siyasi krizlerle boğuşurken, uluslararası para operasyonları ile, gecelik faizler yüzde 7.500’e kadar yükselmişti. ABD, kurtarıcı olarak, adamı Kemal Derviş’i Türkiye’ye gönderdi ve 2 Mart 2001’den itibaren ekonominin yönetimine fiilen el koydu. Irak’ın işgaline hazırlanan ABD, mevcut hükümet içerisinde MHP ve Ecevit’in bu işgale sıcak bakmayacağını bildiğinden, içerisinde bu ikisinin yer almadığı bir hükümetin kurulmasını istiyordu. Kemal Derviş ile CHP milletvekilleri Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem bu iş için seferber olarak Ecevit’i sağlık gerekçesi ile tasfiye etmek istediler. Ancak, MHP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli, 3 Kasım’da erken seçime gidilmesini isteyerek, oynanmak istenen oyunu bozdu.
AK Parti iktidarının yolu açılıyor
14 Ağustos 2001 tarihinde kurulmuş olan AK Parti, 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimlerde, en yüksek oy oranını aldı (% 34,63) ve18 Kasım 2012’de, Abdullah Gül başbakanlığında 58. Cumhuriyet Hükümeti kuruldu. Kurulalı henüz 15 ay olan AK Parti, bundan sonraki yıllarda, Türkiye’nin alternatifsiz iktidar partisi olarak yoluna devam edecekti..
1 Mart Tezkeresi: Büyük imtihan
ABD, Irak’ın kuzeyinden yürüteceği operasyon için, toprak ve hava sahasını kullanmak üzere Türkiye’den izin talep etti. 58’inci hükümet, ‘1 Mart Tezkeresi’ olarak bilinen “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesine ilişkin başbakanlık tezkeresini Meclis’e sundu.
1 Mart 2003’te yapılan gizli oturumda 250 ret, 264 kabul, 19 çekimser oy kullanıldı. Kabul oyu 264 olmasına rağmen, Anayasa’nın 96. Maddesinde öngörülen 267 salt çoğunluğa ulaşılamadığından, tezkere reddedilmiş sayıldı. Tezkerenin Meclis’ten geçememesi ABD’yi büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Güneyden başlatmak zorunda kaldığı işgalin maliyeti ABD’ye çok pahalıya mal oldu.
Dönemin ABD Başkanı George W. Bush, 1 Mart Tezkeresi’nin TBMM’de reddedilmesinden duyduğu hayal kırıklığı ve öfkeyi Decision Points isimli hatıratında şöyle anlatmaktadır:
“Türklere, topraklarını kullanmamıza izin vermesi için aylardır baskı yapıyorduk; böylece, 4’üncü Piyade Tümeni’nden 15 bin askeri kuzeyden Irak’a sokabilecektik. Ekonomik ve askerî yardımda bulunma, Türkiye’ye, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) kilit programlarına erişim sağlaması için yardım etme ve Türkiye’nin AB’ye katılımına güçlü desteğimizi sürdürme sözü vermiştik. Bir noktada, izni alacağız gibi görünüyordu. (Dönemin Başbakanı) Abdullah Gül’ün kabinesi, talebimizi onaylamıştı. Ancak TBMM, 1 Mart’ta, tezkereye ilişkin nihai oylamayı yaptığında, tezkere az farkla kabul edilmedi. Hayal kırıklığına ve hüsrana uğramıştım. Şimdiye kadar yaptığımız en önemli taleplerimizden birinde, NATO müttefikimiz Türkiye, Amerika’yı yarı yolda bırakmıştır.”
1 Mart Tezkeresi’nin reddi, dış politikada ABD’ye göre hiza alan ve onun her talebini yerine getiren Türkiye döneminin artık sona ermekte olduğunu gösteriyordu. Nitekim, tezkerenin reddinden 3 ay sonra, 4 Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ın Süleymaniye kentinde, Amerikan askerleri tarafından Türk Özel Kuvvetleri Bürosu’na yapılan baskında 11 Türk askerinin başlarına çuval geçirilip kelepçelenerek esir edilmesiyle birlikte, Türkiye ve ABD arasında adı konulmamış bir savaş başladı. Bundan sonrasında, ABD-NATO ile Türkiye ilişkileri, Türkiye’nin tekrar kontrol altına alınmak istenildiği ve buna direndiğinde de bombalama, sabotaj, katliam, hükümet darbesi, iç savaş ile karşılık gördüğü bir dönem geçirecek; 15 Temmuz’da yaşadığımız üzere, bu gerginlik, ABD-NATO’nun, yerli işbirlikçileriyle birlikte doğrudan Türk Devleti’ne saldırarak işgale yeltenmesine kadar gidecekti…
Erdoğan’lı yönetim başlıyor
Siyasi yasaklı genel başkan Recep Tayyip Erdoğan’ın yasağı, Cumhuriyet Halk Partisi’nin de desteklediği bir anayasa değişikliği ile kaldırıldı. Erdoğan, 8 Mart 2003 tarihinde Siirt’te yapılan yenileme seçimlerinde milletvekili seçilerek Meclis’e girdi. Abdullah Gül başkanlığındaki 58. Hükümetin istifasının ardından, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den hükümeti kurma görevini alan Erdoğan, 15 Mart 2003’te 59. Cumhuriyet Hükümeti’ni kurdu.
Türkiye için, Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakan olarak başlayıp, 24 Haziran 2018’de başkan olarak devam edeceği uzun ve fırtınalı bir dönem başlamıştı..
PKK savaş kararı alıyor
Abdullah Öcalan’ın 1999’da Kenya’da ABD tarafından Türkiye’ye teslim edilmesinden sonra, PKK ateşkes kararı almıştı. ABD-NATO, Türkiye’yi tekrar hizaya getirmek için PKK’yı devreye soktu. 2004 Mayıs’ında Kandil’de yapılan PKK/KongrGel toplantısında, PKK, sözde ateşkesi tek taraflı olarak bozma ve savaş kararı aldı. Söz konusu kongrede bu kararın alınmasını sağlayan Öcalan’ın avukatlarının askerî helikopterle Kandil’e götürüldüğü, iddianamelerde yer aldı. Yani, PKK’nın savaş kararı alması için, ABD-NATO’nun Türk Devleti içindeki işbirlikçi unsurları devreye sokulmuştu; tıpkı 15 Temmuz’da olduğu gibi…
2005 yılı başından itibaren, PKK ile TSK arasında çatışmalar yeniden baş gösterdi. PKK, askerleri pusuya düşürmeye, mayınlama yapmaya ve şehirlerde bombalı eylemler düzenlemeye başladı. Mayıs 2006’da Şırnak’ta çıkan çatışmada 4 asker şehit oldu. Temmuz’da İdil’de 2 polis memuru şehit edildi. Bitlis’te askerî aracın mayına çarpması sonucu 5 asker şehit olup 4 asker yaralandı. Eruh’ta çıkan çatışmada 7 askerle 1 korucu şehit oldu. Eylül ayında, Diyarbakır Koşuyolu Parkı yakınlarında, uzaktan kumanda ile patlatılan bomba sonucu 11 sivil öldü, 17’si yaralandı.
Türkiye PKK eylemleri ile bunaltılırken, bir yandan da, derin yapılar tarafından işletilen cinayetlerle, Hristiyanların, İslamcı AK parti iktidarında Türkiye’de güvende olmadığı kanaati yerleştirilmeye çalışıldı. 5 Şubat 2006’da, Trabzon’daki Santa Maria Kilisesi’nin Katolik rahibi Andrea Santoro öldürüldü. Bunu, Ocak 2007’de Hrant Dink’in ve 18 Nisan 2007’de Malatya’daki Zirve Kitabevi’nde biri Alman, ikisi Türk 3 Hristiyan misyonerin boğazlarının kesilerek öldürülmesi izledi.
MİT Bildirisi: Yeni Türkiye’nin ilanı
Statüko, Türkiye’nin bağımsızlaşmasına ve yeni dünya düzeninde önemli roller üstlenen bir devlet olma çabasına direnirken, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın 80. kuruluş yılında, müsteşar Emre Taner tarafından açıklanan MİT bildirisi, bir bakıma Yeni Türkiye’yi resmen ilan ediyordu.
Bildiride bir durum tespiti yapılıyordu:
“Dünyadaki tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin, ister sosyal-ekonomik-siyasi, ister ahlaki-dinî olsun, yeniden şekillendiği ve hatta tanımlandığı bir süreç içinde bulunmaktayız. Yaşadığımız bu süreç, aynı zamanda, parçası olduğumuz uluslararası sistemin de; kuralları, başrol oyuncuları ve figüranlarıyla mevcut olandan çok farklı bir boyutta yeniden belirlenmeye ve hatta doğmaya çalıştığı bir döneme kaynaklık etmektedir.”
Aynı bildiride, statüko (eski Türkiye) ve zaafları şu sözlerle dile getiriliyordu:
“20. yüzyılın ikinci yarısında kurulan iki kutuplu dünya düzeninin uzun süre devam edemeyeceği önceden öngörülebilir bir olgu olmakla birlikte, 1990 ve sonrasındaki sürece hazırlıksız yakalanılmıştır. Elbette bunun en önemli nedeni, sistem içindeki yapılanmaların ve analizlerin, statükocu yaklaşıma koyu bir muhafazakarlıkla sahip çıkmalarıdır. Bu nedenle de, geleceğe yönelik tahminler bu katı/kuralcı yaklaşım içinde başarısız olmuştur.”
Dolayısıyla, statükocu devlet yapısıyla, yeni dünya düzeninde başrol oyuncularından birisi olmanın mümkün olmadığı, hatta tarih maratonunun kaybedilebileceği değerlendiriliyordu:
“İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın ilk çeyreği, uluslararası ilişkiler ve güvenlik alanında yüzyıl boyunca önemli değişimlere yol açacak parametrelerin gelişmekte olduğu bir evreyi de işaret etmektedir. Bulunduğumuz dönem, gelecekte birçok ulus-devlet ve milletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı süreci anlatacaktır. Bu devletler, sadece gelişememekle ve dünya yönetiminde söz sahibi olanlar arasına dahil olamamakla kalmayacak; aynı zamanda, birçoğu günümüz teknolojik devriminin ve küresel ekonominin rekabetine dayanamayıp ulusal egemenliklerini de büyük ölçüde yitireceklerdir.”
Bildiride, Türkiye’nin jeopolitik konumu şöyle tarif edilmişti:
“Önümüzdeki dönemde de uluslararası sistemin, kuralları belirlenmiş stabil bir yapıya kavuşacağını ummak ve bu yönde tanımlamalar geliştirmek, faydasız bir uğraş olacaktır. Son derece kaygan bir zemin üzerine oturmuş uluslararası ortamda Türkiye, bir yandan yakın zamana kadar değişik çap ve karakterde savaşların yer aldığı ve halen potansiyel çatışma tehditlerinin bulunduğu Balkanlar, diğer yandan, birçok bakımdan sürtüşmelere sahne olan ve çeşitli istikrarsızlık potansiyelleri taşıyan Kafkaslar ile, yaklaşık 40 yıldır fiilî çatışmalar ve terörist faaliyetlerle yoğrulmuş Orta Doğu‘nun arasında bir iç hat pozisyonuna sahip halde bulunmaktadır. Ayrıca bu pozisyon, kademeli olarak Orta Asya‘ya açılan alanlarla da bağlantılıdır.”
Yeni küresel sistem şekillenirken Yeni Türkiye’nin jeo-stratejisi;
“Bu üç bölgenin ve Orta Asya’nın, birçok bakımdan küresel politikaların ve ‘rol’ savaşlarının belirli açılardan yoğunlaştığı alanları oluşturduğu da bir gerçektir. Dolayısıyla, yeni sorun ve tehditler doğrultusunda 21. yüzyılda doğuya doğru genişleyen dinamik bir alan söz konusu olmakta ve bu durum, Türkiye’nin gittikçe genişleyen bir alanda merkezî pozisyon kazandığını/kazanacağını göstermektedir. Bu süreç içinde Türkiye, gerek stratejik gerekse jeopolitik önemi nedeniyle, kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma ya da ‘Bekle-gör-tavır al’ taktiği ile sınırlama lüksüne sahip değildir. Uluslararası sistemi ayrıntılı ve isabetli bir tanımlamayla (kendi konumu ile ilgili) taktik, stratejik ve yüksek stratejik tutumlara sahip olmak zorundadır. Yalnız savunma pozisyonunda olmak, Türkiye’ye haiz şartlar nedeniyle kabul edilemez bir davranış olacaktır. Bu nedenle de, Türkiye, tüm kartlarını/avantajlarını maksimum düzeyde bir verimlilikle değerlendirmek durumundadır. Elbette bunu gerçekleştirebilmesi hiç de kolay değildir” cümleleriyle ifade ediliyordu.
Yeni Türkiye’nin yeni dünya düzenindeki rolü ve konumu için, devletin bu hedefler doğrultusunda yeniden yapılandırılması gerekiyordu.
“Öte yandan, jeopolitik ve stratejik konumu itibariyle oldukça zor bir coğrafya üzerinde bulunan Türkiye için güçlü bir ekonomi, kusursuz bir dış politika ve caydırıcı bir askerî yapılanma şeklinde adlandırabileceğimiz çok sağlam üç ayağa sahip olmak, bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu üç ayağın ifade edilen özellikleri içinse güçlü, dinamik, etkin, esnek, hareket kabiliyeti yüksek ve yaratıcı bir istihbarat yapılanmasına ihtiyaç vardır” tespiti, Yeni Türkiye’nin yol haritasına ve mekanizmalarına işaret ediyordu.
Yaklaşık 10 yıllık bir sürede (2007-2018) yaşanan değişim ve dönüşümleri basiretle izleyenler, bu kısa sürede Yeni Türkiye’nin inşası hedeflerinin nasıl bir büyük başarıyla gerçekleştirildiğine şahit olacaklardır.
Yeni Türkiye yolunda engeller
Bu on yıllık büyük dönüşümün yaşandığı sırada, Yeni Türkiye ve hükümetleri, bir yandan uluslararası büyük ekonomik operasyonlarla çökertilmeye çalışılırken, bir yandan da, statükonun devamı için yapılandırılan işbirlikçi güçlerin engelleme ve saldırıları ile karşı karşıya kalacak, ancak her birini tasfiye etmek ya da dönüştürmek suretiyle yoluna devam edecekti.
Her türlü hak talebinin bastırıldığı, insanların aydınlanmacı bakış çerçevesinde tek tipleştirilmesinin ideal olarak benimsendiği eski Türkiye’de, laik-Kemalist kesimler, kendilerini Türkiye’nin tek ve değişmez hâkimi zannettiler. Dindarların, Kürtlerin, Alevilerin istek ve taleplerini hep tehdit olarak gördüler. Mağduriyetlerin ortaya çıkardığı kırılgan toplumsal zemin, Türkiye’yi zapturapt altında tutmak isteyen güçler için, kullanılmaya elverişli insan kaynağı sağladı.
Laik-Kemalistlerin direnişi
Bu direniş yapılarının en önemlilerinden birisi, devlet kurumları içerisinde yer alan, Batılı laik değerleri kendi inanç ve değerlerine tercih eden kesimlerdi. 28 Şubat post-modern darbesiyle dindar kesimlere Türkiye’yi dar eden bu elitler, 2002 seçimlerinden sonra, halk oyuyla kaybetmeye başladıkları mevzileri tekrar kazanmak için harekete geçtiler.
17 Mayıs 2006’da Danıştay saldırısı ile kitlesel protesto ve gösterilere başlayan bu kesim, 2007 yılı başında Cumhuriyet Gazetesi’nin “Tehlikenin farkında mısınız?” kampanyası ile Cumhuriyet Mitingleri’ndeki yerlerini aldılar.
Cumhurbaşkanı Necdet Sezer’in görev süresinin bitmesinin ardından, eşi başörtülü, dindar birinin cumhurbaşkanlığına gelme ihtimali, laik-Kemalist çevrelerde büyük kaygı uyandırıyordu. Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Deneği (ÇYDD) tarafından örgütlenen “Cumhuriyet mitingleri”, 14 Nisan’da Ankara Tandoğan’da başlayıp İstanbul ve İzmir’de devam ederek Samsun’da bitti. Mitinglere, kendilerini “Mustafa Kemal’in askerleri” olarak tanımlayan yaklaşık 4 milyon kişi katıldı.
Aleyhteki miting ve kampanyalara rağmen, Recep Tayyip Erdoğan, 24 Nisan günü, partisinin cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül’ün ismini açıkladı. Bu sırada, eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Genel Kurul’da Meclis’in nitelikli çoğunluğu olan 367 milletvekili hazır bulunmadığı takdirde cumhurbaşkanının seçilemeyeceği görüşünü ortaya atmıştı. 27 Nisan günü, oylamaya 361 milletvekili katıldı. Tek aday olarak seçime giren Abdullah Gül, oylamaya katılan milletvekillerinin 357’sinin oyunu aldı. CHP, Gül’ün 357 “evet” oyu aldığı seçimleri Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. Anayasa Mahkemesi’nin CHP’nin itirazını kabul etmesiyle de ilk tur oylama iptal edildi ve böylece Meclis cumhurbaşkanını seçememiş oldu.
Oylamanın yapıldığı 27 Nisan gecesi saat 23.20’de Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesine konulan bir bildiri (e-muhtıra) ile, isim verilmeden, TSK’nın Gül’ün adaylığına kesinlikle karşı olduğu açıklanarak tavır konuldu. Ertesi gün, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in yaptığı açıklama ile, Genelkurmay Başkanlığı’nın Hükümet’in emrinde olduğu vurgulanarak 27 Nisan muhtırası reddedildi.
Cumhurbaşkanlığı seçimi için Meclis’te 367 engeline takılan AK Parti, bunu aşmak için, 22 Temmuz’da erken seçim kararı aldırdı. Yapılan erken genel seçimde AK Parti yüzde 46.58 ile 341 milletvekili, CHP yüzde 20.88 ile 112 milletvekili, MHP ise yüzde 14.27 ile 71 milletvekili çıkardı. AK Parti, cumhurbaşkanlığı seçimi için 367 milletvekili şartını nasıl aşacağını düşünürken, sürpriz destek MHP’den geldi. MHP “AKP kimi isterse aday gösterebilir. Biz Meclis’e gireriz, 367 sorunu yaşanmaz” açıklamasıyla krizin çözülmesini sağladı. Abdullah Gül, 20 Ağustos’ta yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin üçüncü turunda, Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı seçildi. Bunu takiben, 21 Ekim 2007’de Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin anayasa değişikliği halkoyuna sunuldu ve yüzde 68,9 evet oyu ile kabul edildi.
Statüko, Abdullah Gül’ün her türlü engellemeye rağmen cumhurbaşkanı olmasını ve cumhurbaşkanının bundan böyle halk tarafından seçilecek olmasını bir türlü sindiremedi. Eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, hazırladığı iddianame ile, 14 Mart 2008’de Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’ın da aralarında bulunduğu 71 kişiye 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirilmesi ile partinin kapatılması talebini Anayasa Mahkemesi’ne sundu. Mahkeme, 31 Mart 2008’de iddianameyi kabul etti. Dava 30 Temmuz 2008’de karara bağlandı. Anayasa Mahkemesi’nin 5 üyesi kapatmaya karşı çıkarken, 6 üye kapatmadan yana oy kullandı. Ancak, Anayasa’da öngörülen nitelikli çoğunluk sağlanamadığı için, parti kapatma talebi reddedilmiş oldu.
2009 yılı, laik-Kemalist kesimlerin kitlesel protesto ve eylemlerinin artık sona erdiği yıl oldu. Çağdaş yaşamcılarla Mustafa Kemal’in askerleri bir daha ortalıkta gözükmedi. 2008 yılında açılan Ergenekon soruşturması ile 2010’da başlayan Balyoz davaları, moralleri ve direniş kabiliyetini çökertmişti.
12 Eylül 2010 referandumuyla Anayasa’nın Geçici 15. Maddesinin kaldırılması ve 145. Maddenin değiştirilmesi sonucunda, darbecilerin yargılanmasının yolu açıldı. Bunu takiben, 1980 Darbesi’ni gerçekleştiren cuntadan hayatta olan Evren ve Şahinkaya hakkında ‘darbe’ suçundan iddianame hazırladı. Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, “yapılamaz” denilen yargılama yapılarak, darbenin mimarları olan Evren’le Şahinkaya müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
13 Nisan 2018’deki 28 Şubat davasında da, Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından verilen karar ile İsmail Hakkı Karadayı, Çevik Bir ve Çetin Doğan’ın da aralarında bulunduğu 21 sanık hakkında müebbet hapis cezası verildi.
Gezi olayları ve Alevilerin sokaktan çekilmesi
Gezi olayları, 27 Mayıs 2013 tarihinde, Taksim Meydanı yakınındaki Gezi Parkı’nda ‘Ağaçlar kesiliyor’ bahanesiyle başladı. Sosyal medyada örgütlenen iktidar karşıtı muhalif kesimlerin bir araya geldiği gösteriler, terör yanlısı grupların katılımıyla bir anda kalkışmaya dönüştü, kamu malları yağmalanarak sokaklar ateşe verildi. Alman istihbaratının kontrol ettiği bilinen Alevi dernek ve vakıflarının öncülüğünde, 80 vilayetin tamamında, çoğunluğu Alevi olan milyonlarca kişi sokağa indi; 20 günden fazla süren eylemler laiklik gösterisine dönüştü. Önceden hazırlıklı geldikleri anlaşılan uluslararası medya kuruluşları, Başbakan Erdoğan’ın iktidardan düşüşünü haberleştirme yarışına girerek Türkiye’den canlı iç savaş yayınları yaptılar.
Göstericiler adına pazarlık yapan Taksim Platformu, Başbakan Erdoğan’ın Fas’ta bulunması nedeniyle yerine vekalet eden Bülent Arınç’a, başta 3. Köprü, 3. Havaalanı, Kanal İstanbul olmak üzere stratejik projelerin durdurulması ültimatomunu verdi. Bu talep, gösterilerin masum olmadığını ve işin arkasında, stratejik yatırımlarımızı engellemek isteyen güçlerin bulunduğunu göstermeye yetti. En önde gelen üyelerinin Gezi eylemlerini desteklediği TÜSİAD, personelini araçlarıyla eyleme gönderip her türlü lojistik desteği sağladı. FETÖ örgütü de, baştan sona eylemlerin içinde ve arka planında yer aldı. Olayların Türk ekonomisine maliyeti yaklaşık 50 milyar dolar olarak hesaplandı.
Başbakan Erdoğan, Fas dönüşü, İstanbul ve Ankara’da milyonlarca kişinin katıldığı törenlerle karşılandı. Halk, seçtiği başbakanını, yurtdışından tezgahlanan sokak gösterilerine yedirmedi. AK Parti, Ankara ve İstanbul’da düzenlediği geniş katılımlı “Milli İradeye Saygı” mitinglerini Anadolu’da da devam ettirdi.
Gezi olaylarından sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, yeni bir protest kuşağın ortaya çıktığı ve sonbaharın daha sıcak geçeceği söyleniyordu. Ancak, sonbahar, beklenildiği gibi sıcak geçmedi. Gezi olaylarına kitlesel destek veren Aleviler bir daha sokağa çıkmadılar. Uluslararası güçler tarafından kullanılmak istenildiklerini çözerek, devletin ilgili birimlerinin Alevi kanaat önderleri ile yaptığı istişare ve analizlerle ikna oldular. Bu mutabakatta, devletin 2009 yılında başlayan Alevi açılımı ile sağladığı güven etkili olmuştu.
Gezi olaylarının yıldönümleri oldukça cılız geçti. Alevileri sokağa dökmek için, Alevilerin katledildiği provokasyonlar yapıldı. 20 Temmuz 2015 günü, Kobani’ye götürülmek maksadıyla İstanbul’dan yola çıkarılan gençlerin konakladığı Suruç’taki çay bahçesinde patlatılan bomba ile 34 genç katledilip 104 kişi yaralandı. Ölenlerin tamamına yakını Alevi gençlerdi. 10 Ekim 2015’te, bu defa, Ankara Garı önünde patlatılan bombalar ile, mitinge gelen 102 kişi katledildi. Yine ölenlerin büyük çoğunluğu Alevi idi. Bütün tahriklere rağmen Aleviler acılarını içlerine gömdüler, fakat Gezi olaylarından sonra bir daha sokağa dökülmediler. Her gün haberlere konu olan Gazi mahallesi bile, İstanbul’un en sakin mahallesi haline geldi, neredeyse hiçbir eylem haberi yapılmaz oldu.
FETÖ: En iflah olmaz işbirlikçi
“2013 sonbaharı Türkiye’de sıcak geçecek” planları yapılırken, Gezicilerin sokaktan çekilmesiyle, bütün bir medyası ile Taksim’e yığılan küresel güçlerin ellerinde, meydana sürecekleri tek güç FETÖ (Fethullahçı Terör Örgütü) kalmıştı.
1960’lı yıllardan beri liderleri Fethullah Gülen tarafından “cemaat” olarak örgütlenen yapının, aslında bir istihbarat örgütü olduğu 17-25 Aralık’tan sonra herkes tarafından anlaşıldı. Örgütün fonksiyonu, 170’i aşkın ülkede gösterdiği faaliyetlerle, ABD’nin küresel liderliğinin devamına katkı sağlamak ve hizmet etmekti. Bu hedefi, masum bir İslâmi kimlik arkasına gizlemeyi de başarmışlardı.
Devletin pek çok kademesini ele geçiren örgütün hedefi, devletin tamamına sahip olmaktı. Emniyette, yargıda, iş dünyasında ve hatta ordu içerisinde şaşılacak sayıda örgütlenmelerine rağmen MİT’te yeterince güç oluşturamamışlardı. Bu sebeple, dişlerini ilk kez bu kuruma gösterdiler. Bir FETÖ mensubu olan İstanbul Cumhuriyet Savcısı Sadrettin Sarıkaya, 7 Şubat 2012’de, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın da aralarında bulunduğu istihbarat görevlilerini ifadeye çağırdı. Niyeti, ifade aldıktan sonra tutuklayarak bertaraf etmekti. Ancak, Başbakan Erdoğan’ın “Gitme!..” talimatı ile bu operasyon akim kaldı.
Bu operasyondan sonra teyakkuza geçen devlet ve hükümet, örgütün insan kaynağı olan dershaneleri kapatmaya yöneldi. Fakat, o sırada toplumsal desteğe sahip olan örgütün büyük direnci ile karşılaştı. Örgüt, 17-25 Aralık operasyonu ile karşı hamle yaptı. 17 Aralık’ta FETÖ savcıları tarafından başlatılan yolsuzluk ve rüşvet soruşturması kapsamında eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ve eski İçişleri Bakanı Muammer Güler’in çocukları gözaltına alındı. Gözaltına alınan isimlerden Güler ve Çağlayan’ın oğlu tutuklanırken, Bayraktar’ın oğlu serbest bırakıldı. İş adamları, bürokratlar ve devlet memurları hakkında kara para aklama, rüşvet ve altın kaçakçılığı suçlaması getirildi. Soruşturmanın ikinci dalgası, 25 Aralık 2013’te, dönemin İstanbul Cumhuriyet Savcısı, firari Muammer Akkaş’ın, Başbakan Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ı gözaltına almak ve şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırmak istemesiyle başladı. Emniyet görevlilerinin, Akkaş’ın gözaltı talimatını yerine getirmeyi reddetmesiyle, Başbakan Erdoğan’a uzanmayı hedefleyen bu operasyon da sonuçsuz kaldı.
17-25 Aralık operasyonundan sonra, tüm devlet kademelerinde “Paralel Devlet” oluşturan FETÖ temizliğine girişildi. FETÖ ile iltisaklı bulunan milletvekilleri Hakan Şükür, Ertuğrul Günay, İdris Bal, Erdal Kalkan, İdris Naim Şahin ve Hami Yıldırım Ak Parti’den istifa etti. ABD’de yaşayan liderleri Fethullah Gülen hakkında yakalama kararı çıkartıldı.
Yargı, emniyet ve asker içindeki gücünü hâlâ muhafaza eden FETÖ, Başbakan Erdoğan’ı Lahey’de yargılatmak üzere, İŞİD’e silah sağladığına yönelik algı operasyonu yapmaya kalkıştı. Bu iddiayı temellendirmek üzere de ilk denemeyi 1 Ocak 2014’te yaptılar. MİT’e ait malzeme taşıyan bir tırı Hatay’da durdurup silah araması yapmak istediler, ancak MİT görevlileri buna izin vermediler. İkinci kez, 19 Ocak 2014’te Adana Ceyhan’da, MİT’e ait üç tır, dönemin Adana Özel Yetkili Savcısı Aziz Takçı tarafından durduruldu. Jandarma görevlileri, tırlarda görev alan MİT personeline silah çekerek yere yatırdılar. Today’s Zaman ve Hürriyet tarafından uluslararası medya organlarına MİT’in İŞİD’e silah götürdüğü haberi servis edildi. Böylece, MİT’e yönelik kumpası organize eden sivil imam Süleyman Gürbüz’le birlikte, yargı, asker ve medya ayağının FETÖ terör örgütü ile iltisâkı ortaya çıktı.
Uluslararası mahkemede yargılatılmak istenen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 10 Ağustos 2014 Pazar günü, Türk siyasi tarihinde ilk kez, doğrudan halkın oylarıyla ve ilk turda 12. Cumhurbaşkanı seçildi.
Üst üste darbe yiyen örgüt, son hamlesini 15 Temmuz 2016’ya saklayacaktı..
Hendek savaşları ve PKK’nın yurtiçinde bitirilmesi
2009 yılında hükümetin başlattığı Açılım Politikası (Çözüm Süreci) ile, eski Türkiye’nin inkârcı ve asimilasyoncu politikaları terk edilerek, Kürtlerin kültürel haklarına kavuşmasını ve Kürtlerle Türklerin demokratik biçimde birlikte yaşamasını hedefleyen bir çözüm projesi yürürlüğe konuldu. Abdullah Öcalan, Nevruz mektuplarında PKK’ya silah bırakma çağrısı yaptı.
Ama PKK/KCK, çözüm sürecini boşa çıkarmak için Nisan-Mayıs 2009’da yoğun saldırılara başladı. Bu saldırıları 2010-2012 yıllarında da devam ettirip, çok sayıda şehidin verildiği silahlı eylemlerle halkı infiale sürüklemeye gayret ettiler. Benzer şekilde, Kürt Sorunu’nu diyalog yoluyla çözme çabasını sekteye uğratmak için, FETÖ’nün direktifi ile, yoğun KCK tutuklamaları yapıldı; Öcalan ile İmralı Hapishanesi’nde yapılan görüşme notları basına sızdırıldı.
Süreci sabote etme çabalarına rağmen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 30 Eylül 2013’te düzenlediği basın toplantısıyla demokratikleşme paketini açıkladı. Pakette; siyasi partilere yapılan devlet yardımının kapsamının genişletilmesi, nefret suçu ve ayrımcılıkla etkin mücadele, özel okullarda farklı dil ve lehçelerdeki eğitimin önünün açılması ve kamu kurumlarında başörtüsü yasağının kaldırılması gibi önemli düzenlemeler yer aldı. 16 Kasım’da Başbakan Erdoğan Diyarbakır’a giderek, daveti üzerine oraya gelen Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani ile görüştü.
Demokratikleşme yolunda adımlar atılmaya devam edilirken, 2014 yılı, PKK’nın etkilediği Kürtler arasında Rojava Devrimi ile Kobani direnişinin birinci gündemi oluşturduğu yıl oldu. 2014 Temmuz’unda, İŞİD’in Kobani’ye (Ayn el-Arab) yönelik saldırıları ile birlikte, ‘İŞİD destekçisi Türkiye’ algısı işlenerek ‘Kürt düşmanı Türkiye’ imajı pompalandı. PKK sempatizanı Kürtlerle solculara bir Kobani Direnişi efsanesi üretildi. HDP/KCK hattı, Açılım Süreci’nin başarısı ve silahların bırakılması için, Türk Devleti’nin Rojava’da özerklik statüsünü kabul etmesini ön şart olarak ileri sürmeye başladı.
7 Haziran 2015 seçimlerinden % 13’lük bir oy ve 80 milletvekili ile çıkan HDP, bu başarısını, Açılım Süreci’nin sonlandırılması yönünde kullandı. İŞİD tarafından yapıldığı iddia edilen 20 Temmuz’daki Suruç katliamını, İŞİD destekçisi olarak ilan ettikleri AK Parti hükümetine fatura eden PKK/KCK, Temmuz ayından itibaren asker ve polislere yönelik saldırı ve katliamlara girişti. 7 Haziran seçimlerinden sonra terör örgütlerinin çapını aşan sistematik terör saldırıları yazımızın son kısmında listelenmiştir.(*) AB ülkelerine yapılan birkaç terör saldırısı karşısında bu devletler ve halklarının gösterdiği infiâl, Türk devlet ve halkının direnci ile mücadele azminin bir benzerinin olmadığını ortaya çıkarmıştır. Ardı ardına gerçekleştirilen kitlesel terör eylemleriyle, 15 Temmuz’a giden süreç ve sonrasında, Türkiye’ye diz çöktürtülmek istenmiştir.
11 Ağustos 2015’te, Necdet Özel’e Devlet şeref madalyası tevcihi töreninde konuşan cumhurbaşkanı Erdoğan, artan terör olayları karşısında ‘çözüm sürecinin buzdolabına kaldırıldığı’ açıklamasını yaptı. KCK tarafından 12 Ağustos’ta yapılan açıklamada; bundan sonra devlet kurumlarını tanımayacakları, onlarla hiçbir işlerinin olmadığı, kendi işlerini kendilerinin yapacağı, özyönetimlerini bizzat kuracakları ve özyönetimlerine saldırıldığı takdirde meşru ‘öz savunma’ haklarını kullanacakları ilan edildi.
Bu açıklamaların ardından, Şırnak, Yüksekova, Silvan, Silopi, Hakkari, Batman, Cizre, Nusaybin; Muş’un Bulanık ve Varto, Van’ın Edremit ve İpekyolu, Diyarbakır’ın Silvan ve Sur ilçeleri ile diğer bazı ilçe merkezlerinde halk meclislerinin “özyönetim” ilan ettiği duyuruldu. Özerklik ilan edilen yerleşim birimlerinde “öz savunma” adı altında silahlı milis grupları oluşturulup şehirlerin girişleri, içi patlayıcı dolu hendeklerle kapatıldı.
Geniş bir coğrafyada alan hâkimiyetini elinde bulunduran kır gerillası, yaklaşık 15 ilçede kurulan özyönetimleri korumak ve öz savunma gücü oluşturmak üzere, mevzilerini terk ederek şehir merkezlerine geldiler. İçerideki şehir gerillası ile birleşerek, sivil görünümlü bu insanları da hedef haline getirdiler. Resmî verilere göre, 7 Temmuz 2015 ilâ 27 Mart 2016 tarihlerini kapsayan 265 gün içerisindeki çatışmalar sonucunda 3 bin 583 örgüt üyesi ile 355 güvenlik görevlisi hayatını kaybetmişti. Ancak, örgüt bakımından, gerçek sayının bunun en az iki katı olduğu söylenmektedir. “Hendek savaşları” olarak adlandırılan bu savaştan sonra PKK, Türkiye’de savaşma gücünü yitirmiş, halkın desteğini sağlayamamış, sağ kalanlar Türkiye dışına çekilmişlerdir. Örgütün halk desteğini temin edememesindeki en büyük etken, açılım sürecinde bölgede sağlanan huzur ve sükûn ortamı ile bu sayede yapılan yatırımlardır.
KCK Anayasası’nda yer alan özyönetim ve öz savunma modeli, daha önce pratiği olmayıp, Amerikan sol liberter Murray Bookchin tarafından üretilmiş teorik bir modeldi. Bu modeli ilk kez PKK/KCK uygulamıştı. Ancak bu model, küçük şehir merkezlerini örgüt için bir kapana dönüştürerek ona alan hâkimiyetini kaybettirdi. Kim bilir, özyönetim ve öz savunma modeline dayalı KCK yapılanması, belki de devlet aklının PKK’ya yutturduğu bir zokaydı…
15 Temmuz: Başarısız NATO işgal denemesi
Yeni Türkiye; yoluna devam ederken, kendisini ülkenin yüzde yüz sahibi zanneden statüko taraftarı çevrelerin güç ve direnişini tasfiye etmiş; ABD-NATO ekseni tarafından kendisiyle savaştırılan PKK ile Kürtlerin arasını açarak halk nezdinde güven tesis etmek suretiyle örgütü bertaraf etmiş ve Alevi kesimlerin aynı çevreler tarafından provoke edilmemesi için gerekli mutabakatı sağlamıştı.
ABD-NATO ekseni açısından, işbirliğini devam ettireceği tek yerli unsur, TSK içindeki NATO’cu ve FETÖ’cü askerler kalmış ve bunların desteği ile Türkiye’yi doğrudan işgal etmek dışında bir seçeneği de kalmamıştı. 15 Temmuz gecesi, TSK içerisindeki FETÖ ve NATO’ya bağlı subaylar, işbirliği halinde, NATO’ya müdahale gerekçesi sağlayacak kaos eylemleri gerçekleştirdiler. Nitekim, 15 Temmuz itibariyle Kıbrıs’ta İngiliz üslerinde 5 bin asker konuşlandığı ve ABD’nin Suriye ve Irak’a nakliye uçakları ile binlerce asker getirdiği bilinmektedir.
15 Temmuz günü, işgal işbirlikçilerinin tanklı, uçaklı, helikopterli saldırılarına karşı kahraman Türk halkı, sokaklarda canını ortaya koyarak, kalkışmanın hedefine ulaşmasına geçit vermedi. 254 şehit, işgal öncülerinin heveslerini ve başarı umutlarını yok etti. Cumhurbaşkanıyla başbakanın direniş çağrıları ve camilerde verilen salâlar milyonlarca insanı sokağa dökmüştü.
Darbeciler tarafından MİT basılarak müsteşarı alınmak istenilmiş, ama başarılamamış; Genelkurmay basılıp Genelkurmay Başkanı ve pek çok komutan esir alınmış; Özel Kuvvetler Komutanlığı ele geçirilmek istenmişse de başarılamamış; Emniyet Genel Müdürlüğü ve Gölbaşı Özel Harekât Başkanlığı bombalanmış ve en nihayet Millet Meclisi uçak saldırısına uğramıştı. Marmaris’te tatilde bulunan Cumhurbaşkanı’nın kaldığı otel basılarak öldürülmek istenmiş, ancak erken ayrılması sebebiyle hedefe ulaşılamamıştı.
Verilen istatistiklere göre, 15 Temmuz dolayısıyla tutuklanan asker sayısı, 168’i general olmak üzere 6.541’di. Hava Kuvvetleri Komutanlığı eski Başsavcısı emekli Albay Ahmet Zeki Üçok, darbe öncesi itibariyle “Bizim 358 generalimiz var” diyordu. Bu durumda, TSK’nın generallerinin yaklaşık yarısı işgal teşebbüsünün içinde yer almıştı. Komuta kademesinin esir alındığı bu kalkışmada, sabaha kadar karargâh içindeki darbecileri kimin tepelediğini ve yüzün üstünde generalle binlerce üst subaya kimin kelepçe vurduğunu bilmiyoruz. Ama, ertesi 16 Temmuz günü, 46 bin kamu görevlisinin ihraç edilmesi, bizi, devletin FETÖ-NATO unsurlarının hamle yapmalarını beklediği ve buna göre hazırlık yaptığı sonucuna götürmektedir.
15 Temmuz’u FETÖ saldırısına indirgemek, saldırıyı ve onu bertaraf eden mücadeleyi küçültmek olur; zaten gerçek de bu değildir. 26 Temmuz 2016’da partisinin grup toplantısında konuşan Devlet Bahçeli, “Kudüs’ün kapısına dayanan Haçlı operasyonu hala iş başında, hala görevdedir. Fetullahçı Terör Örgütü bunların Türkiye’ye tutunmuş ortakçılarıdır. 12 Eylül’de ‘Bizim çocuklar kazandı’ diyorlardı; çok şükür, 15 Temmuz’da onların gayrimeşru çocukları kaybetti” sözleriyle, işgal girişiminin asıl sahiplerine vurgu yapıyordu.
Kaçan darbeci askerlerin NATO ülkelerine sığınması, NATO’nun, bünyesinde görev yapan subayları Türkiye’ye iade etmemesi, FETÖ’nün başının Amerika’da ikâmet etmesi, Trump’ın başkanlık kampanyası sırasında attığı tweet’te “15 Temmuz’da, 13 CIA görevlisi Türkiye’de darbeye yardım etti” diye açıklaması ve nihayet, 15 Temmuz darbesinin organizatörü olarak tutuklanan rahip Brunson’un ABD için ne kadar önemli olduğunun ortaya çıkması, 15 Temmuz işgal projesinin bir ABD-NATO organizasyonu olduğunu ortaya koymaya yeterlidir.
Yenikapı ruhu
15 Temmuz’daki kanlı darbe girişimine direnip darbeyi püskürten, Cumhurbaşkanının çağrısı ile bütün bir ülkede demokrasi nöbetleri tutan milyonlar, bu kez, 7 Ağustos’ta İstanbul Yenikapı’da tarihî bir buluşma gerçekleştirdi. “Demokrasi ve Şehitler Mitingi”nde 5 milyon kişi toplandı. Bu miting, eş-zamanlı olarak 80 ilimizde gerçekleştirildi. Cumhurbaşkanı ve AK Parti ile CHP ve MHP liderleri ilk kez aynı miting meydanında buluştu. Genelkurmay Başkanı da ilk kez bir mitingde milyonlara hitap etti.
Bu mitingler, bütün bir dünyaya verilen birlik mesajı ve Yeni Türkiye yolunda azim ve kararlılıkla yürünmeye devam edileceğinin haykırılması idi. “Yenikapı Ruhu” olarak burada doğan birlik ruhu, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin çağırısı ile “Cumhur İttifakı”na dönüştü. İttifakın hedefini, Bahçeli, 14 Ocak 2018’de Osmaniye’de yaptığı konuşmada şöyle açıklamıştı: “Cumhuriyet tarihimizde üçüncü bir dönemin başlayacağı kesinleşmiştir. 1923 Türkiye Cumhuriyeti, 1946 ile çok partili hayata geçişle kuruluşunu tamamlamıştır. 2019 yılından itibaren Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin iyice oturması, yerleşmesi önümüzdeki en mühim hedeftir.”
Yeni Türkiye, savaşı sınır ötesinde kabul ediyor
15 Temmuz’da komuta kademesinin yarısını kaybeden ve felç olduğu zannedilen Türk ordusu, hiçbir ordunun yapamayacağı bir cesaret ve kararlılıkla, işgal teşebbüsünden 40 gün sonra 24 Ağustos’ta, DAİŞ’in elindeki Cerablus’a yönelik “Fırat Kalkanı” operasyonunu başlattı.
Fırat Kalkanı Harekâtı ile, Azez-Cerablus hattı ve el-Bab bölgesi Türk askeri tarafından DAİŞ’ten kurtarıldı. Bu harekâtın sona ermesinden tam 295 gün sonra, 20 Ocak 2018’de, bu defa Zeytin Dalı Harekâtı başlatıldı. Türk Silahlı Kuvvetleri ile Özgür Suriye Ordusu tarafından Afrin’e yönelik sürdürülen harekatta, terör örgütü YPG’nin bölgeden temizlenmesi hedeflenmişti. Örgüt, İŞİD’le savaşma bahanesi ile ABD’nin gönderdiği binlerce tır dolusu silahla teçhiz edilmiş ve eğitilmişti. Afrin’de ele geçirilen, NATO standartlarına uygun inşa edilmiş devasa tünel ve mevziler, savaş hazırlığının aslında Türkiye’ye karşı yapıldığını gösteriyordu. Hedeflerine ulaşan harekatta yaklaşık 4.500 terörist etkisiz hale getirildi. Operasyonların başarısı, YPG’nin ağır yenilgiye uğraması ve Türkiye’nin zorlaması ile ABD, YPG’yi Münbiç’ten çıkarmak zorunda kaldı.
Daha önce saldırıları içeride kabul etmek durumunda kalan Türkiye, içerideki tüm tehdit unsurlarını bertaraf ile kontrol altına aldıktan sonra, kendisine yönelik tehdit ve saldırıları sınırları dışında karşılama stratejisine geçmiş oldu.
Başkanlık referandumu ve başkanlık sistemine geçiş
10 Ekim 2016’da, Devlet Bahçeli, cumhurbaşkanının fiilen kullandığı yetkilerin yasal hale getirilmesi, dolayısıyla cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesi için Anayasa değişikliği yapılması çağrısında bulundu. İktidar partisi AK Parti bu çağrıya olumlu cevap verdi. Böylece, Bahçeli’nin çağrısı ile, başkanlık sistemine giden yol açılmış oldu.
Başkanlık sistemi ile; devlet teşkilatının daha hızlı karar alarak uygulamaya koyduğu, işleyişinde günlük siyasetin etkisinin sınırlandığı ve işlemlerin daha iyi denetlendiği bir devlet modeli öngörülüyordu. 16 Nisan 2017’de yapılan 18 maddelik anayasa değişikliği referandumu, yüzde 51,41’lik halk oyuyla kabul edildi.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, içerideki ekonomik sıkıntılar ve dış dünyada gelişmekte olan kaos sebebiyle, cumhurbaşkanlığı seçiminin erkene alınması ve başkanlık sistemine bir an önce geçilmesi talebini kamuoyuna açıkladı. Devlet Bahçeli’nin, 3 Kasım 2019’da yapılması gereken cumhurbaşkanlığı seçiminin erkene alınması için yaptığı çağrıya olumlu bakan Cumhurbaşkanı, seçimi 24 Haziran’da yapma teklifiyle karşılık verdi.
24 Haziran 2018’de, Cumhur ve Millet İttifaklarıyla birlikte HDP’nin tek başına katıldığı genel seçimler yapıldı. Genellikle iki partili sistem esasına göre uygulanmakta olan Başkanlık sisteminde, Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı, muhtemel iki partili sistemin öncü uygulaması oldu. Genel seçimlerde Cumhur İttifakı yüzde 53.7 (AKP 42.6+MHP 11.16), Millet İttifakı yüzde 33.9 (CHP 22.6+İP 10+SP 1.3) ve HDP yüzde 11.7 oy aldı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ise, halkın yüzde 52.59’unun oyunu almayı başaran Recep Tayyip Erdoğan, yeni sistemin ilk cumhurbaşkanı seçildi.
Yeni Türkiye, cumhurbaşkanlığı modeli ile kendisini teşkilat bakımından yeniden yapılandırarak, kurulmakta olan yeni dünya düzeninde hak ettiği yeri almak üzere, yoluna güçlü bir şekilde devam etmektedir. Yolu açık olsun…
(*) 7 Haziran 2015 Seçimleri Sonrası Terör Eylemleri Listesi
Temmuz 2015:
-Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde Amara Kültür Merkezi önünde canlı bomba saldırısı meydana geldi. Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu (SGDF) üyesi 34 kişi hayatını kaybetti, 100’den fazlası yaralandı.
Ağustos 2015:
-Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesindeki Karabulak Jandarma Karakolu’na, patlayıcı yüklü iki traktörle yapılan saldırıda 3 askerî personel şehit olurken, içinde sivillerin de bulunduğu 31 kişi yaralandı.
-İstanbul’un Sultanbeyli ilçesinde bombalı araçla polis merkezine düzenlenen saldırıda üçü polis 10 kişi yaralandı.
Ekim 2015:
-Ankara Tren Garı önünde 2 canlı bomba tarafından gerçekleştirilen terör saldırısında 102 kişi hayatını kaybetti.
Ocak 2016:
-Sultanahmet Meydanı’ndaki Dikilitaş yakınında, turistlerin hedef alındığı canlı bomba saldırısı düzenlendi. 10 kişi hayatını kaybetti, 15 kişi yaralandı.
-Diyarbakır’ın Çınar ilçesindeki emniyet binası önünde bomba yüklü araç infilak ettirildi. Roketatar ve uzun namlulu silahlarla desteklenen saldırıda bir polis, üçü çocuk beş sivil hayatını kaybetti, 39 kişi de yaralandı.
Şubat 2016:
-Genelkurmay Başkanlığı’nın, asker lojmanlarının ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın bulunduğu bölgede askerî servislerin geçişi sırasında meydana gelen patlamada 29 kişi öldü, 61 kişi yaralandı.
Mart 2016:
-Kızılay meydanı üzerinde Güvenpark metro girişinin bulunduğu alanda bombalı bir araç patlatıldı, 38 kişi hayatını kaybederken, 100’ü aşkın kişi de yaralandı.
-İstiklal Caddesi’nde turistleri hedef alan canlı bombanın patlaması sonucu 4 kişi hayatını kaybetti, 36 kişi yaralandı.
-Diyarbakır Otogarı yakınlarında bomba yüklü bir araçla saldırı gerçekleştirildi. Yedi polis hayatını kaybetti, 13’ü polis 27 kişi yaralandı.
Nisan 2016:
-Mardin’in Kızıltepe ilçesinde askerlik şubesine bomba yüklü araçla saldırıldı. Patlamada bir kişi hayatını kaybetti; üçü çocuk, ikisi asker 11 kişi de yaralandı.
-Bursa’da Ulu Cami yanında gerçekleşen canlı bomba saldırısında 1 kişi hayatını kaybetti, 13 kişi de yaralandı.
-Gaziantep’te emniyet müdürlüğü binasının bulunduğu bölgede intihar saldırısı gerçekleştirildi. Üç polis hayatını yitirdi, 22 kişi yaralandı.
Mayıs 2016:
-Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinde polis servisine bombalı saldırı gerçekleştirildi. 12’si polis 45 kişi yaralandı.
-Diyarbakır’ın Sur ilçesine bağlı Dürümlü köyünde patlayıcı yüklü kamyon infilak etti. Patlamada dört kişi hayatını kaybederken, 23 kişi de yaralandı.
-İstanbul’un Sancaktepe ilçesinde Türk Silahlı Kuvvetleri personelini taşıyan servis aracının geçişi esnasında, park halindeki bir aracın patlaması sonucu gerçekleşen saldırıda sekiz kişi yaralandı.
Haziran 2016:
-İstanbul’un Fatih ilçesinin Vezneciler semtinde bomba yüklü araçla gerçekleştirilen bombalı intihar saldırısında 13 kişi hayatını kaybetti, 36 kişi yaralandı.
-Tunceli’nin Ovacık ilçesinde bomba yüklü aracın adliye lojmanları önünde infilak ettirilmesi sonucu ikisi polis dokuz kişi yaralandı.
-Mardin’in Midyat ilçesinde emniyet müdürlüğüne bomba yüklü araçla saldırı düzenlendi. Bir polis ve iki vatandaş hayatını kaybetti, en az 30 kişi yaralandı.
-Atatürk Havalimanı dış hatlar terminalinde bombalı intihar saldırısı düzenlendi, bekleyen yolcuların üzerine ateş açıldı. 44 kişi yaşamını yitirirken, 237 kişi de yaralandı.
Temmuz 2016:
-15 Temmuz darbe teşebbüsü.
Ağustos 2016:
-Bingöl’de özel harekat polislerini taşıyan servis aracının geçişi sırasında bombalı araç infilak ettirildi. 6 emniyet mensubu hayatını kaybetti, 4 emniyet mensubu yaralandı.
-Mardin’in Kızıltepe ilçesindeki patlama sonucunda biri polis üç kişi hayatını kaybetti. 15’i sivil 20 kişi yaralandı.
-Diyarbakır’ın Şükürlü köyü mevkiinde meydana gelen patlamada, biri çocuk üç sivil ve beş polis hayatını kaybetti, 20 kişi de yaralandı.
-Van’da 2 Nisan Polis Merkezi önünde bombalı araçla yapılan saldırı sonucu 4 kişi hayatını kaybetti, 73 kişi yaralandı.
-Elazığ emniyet müdürlüğüne bombalı araçla düzenlenen saldırıda üç polis hayatını kaybetti, 217 kişi de yaralandı.
-Gaziantep’te sokakta yapılan kına gecesine düzenlenen bombalı saldırıda 51 kişi hayatını kaybetti, 91 kişi yaralandı.
-Şırnak’ın Cizre ilçesindeki İlçe Emniyet Müdürlüğü Çevik Kuvvet Grup Amirliği polis kontrol noktasına bombalı araç ile düzenlenen intihar saldırısında, saldırgan ve 12 emniyet personeli olmak üzere toplam 13 kişi hayatını kaybetti, 78 kişi yaralandı.
Eylül 2016:
-Van’daki AKP il başkanlığı binası yakınında gerçekleşen patlamada 53 kişi yaralandı.
Ekim 2016:
-İstanbul’un Yenibosna semtindeki 75’inci Yıl Polis Merkezi yakınında bomba patlatılması sonucunda 10 kişi yaralandı.
-Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde Durak Hudut Bölüğü yakınlarındaki kontrol noktasına düzenlenen intihar saldırısında 10 askerî personel ile 6 sivilin yanı sıra saldırgan da hayatını kaybetti, 26 kişi yaralandı.
Kasım 2016:
-Diyarbakır’ın Bağlar ilçesindeki ek emniyet binası önünde gerçekleştirilen bombalı saldırıda 10 sivil ve iki polis hayatını kaybetti, yaklaşık 100 kişi de yaralandı.
-Mardin’in Derik kaymakamlık binasında gerçekleştirilen bombalı saldırıda Kaymakam Muhammed Safitürk hayatını kaybetti, iki kişi yaralandı.
-Adana valiliği otoparkında patlatılan bomba iki kişinin canını aldı, 33 kişiyi yaraladı.
Aralık 2016:
-Rusya’nın Ankara büyükelçisi Andrey Karlov sergi açılışı sırasında öldürüldü.
-Beşiktaş’ın Vodafone Arena stadı yakınında çevik kuvvet ekiplerine düzenlenen çifte bombalı saldırıda 37’si polis 45 kişi hayatını kaybetti; 155 kişi yaralandı.
-Kayseri Erciyes Üniversitesi kampüsü önündeki bombalı araç saldırısında 14 asker yaşamını yitirdi, 56 kişi yaralandı.
Ocak 2017:
-İstanbul Ortaköy’de Reina’da düzenlenen saldırıda 39 kişi hayatını kaybetti, 71 kişi yaralandı.
– İzmir Adliyesi’ne bomba yüklü araçla düzenlenmek istenen saldırıda ve çıkan çatışmada 2 kişi hayatını kaybetti, 5 kişi yaralandı.
-İstanbul Emniyet Müdürlüğüne ve İstanbul Sütlüce’deki AK Parti binasına lav silahıyla saldırı düzenlendi.
*Bu yazı 17 Temmuz 2018 tarihinde sde.org.tr sitesinde yayınlanmıştır.