Okuma Süresi: 8 dakika

Dünyanın, özelde Ortadoğu’nun yeniden şekillendiği şu günlerde İran’ın Ortadoğu’daki rolü tartışmaların önemli konularından birisi olmayı sürdürmektedir. İran’ın nüfuz alanını genişletme çabalarını; İran’ın kadim devlet geleneğini sürdürmesiyle, Şii dünyanın patronu olmasıyla ya da Farsça konuşulan dünyaya yönelik tabii bir gelişme olmakla açıklayan muhtelif görüşler mevcuttur. Ama şu bir gerçek ki, bölgedeki bütün devletler, İran’ın çoğu zaman güç kullanarak nüfuz alanını genişletme çabalarından tedirgin durumdadır.

Büyük Darius Dönemindeki Pers İmparatorluğu Hayali

Hz. Ömer döneminde Sâsâni devletinin Müslümanlarca ortadan kaldırıldığı tarihten, Ayetullah Humeyni’nin önderliğinde gerçekleşen 1979 Devrimi’ne kadar bütün İran coğrafyasına hâkim bir Fars devleti kurulamamıştır. 9.yy’dan itibaren Tâhirîlerin Horasan’da, Saffârîlerin Sistan’da, Samânîlerin de Buhara’da kurmuş oldukları küçük Fârisî devletler Sâsâni devletinin yerini dolduramamıştır. Fârisîlerin muhayyilesinde, M.Ö. 5. yy.’ da Büyük Darius dönemindeki Pers İmparatorluğu ulaşılması gereken bir kızıl elma olarak kalmıştır.

Büyük Darius döneminde Fars imparatorluğun sınırları Batı’da Anadolu, Ege, Trakya, Makedonya, Güney’de Suriye, Mezopotamya, Mısır, Habeşistan, Libya, Kuzey’de Kafkasya, Doğu’da (bugünkü Afganistan ve Pakistan toprakları da dâhil) Hindistan’a kadar uzanmaktaydı. Bu büyük Fars imparatorluğu hayâli İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı Ali Yunusi’nin, 9 Mart 2015’te Tahran’da “Büyük İranlı Kimliği Konferansı”nda yaptığı bir konuşmada resmi ağızdan dile getirilmişti. Yunusi konuşmasında;

“Bu bölgede doğal bir birliktelik söz konusudur. Her  ne kadar bazı farklılıklar birleşmeyi engellese de, gerçekte İran coğrafyası; Çin sınırından bugünkü Afganistan ve Pakistan’a, Kuzey Kafkasya’dan Fars (Basra)  Körfezi’ne kadar olan coğrafi alan bu birliğin içerisinde yer alır.”  

“İran kültür  coğrafyasında yaşayan herkes İranlıdır ve bu yönüyle bizim korumamız  altındadırlar.  Onları İslâm fanatizmi, Ateizm, tekfircilik, yeni Osmanlıcılık,  Vahhabilik, Batı ve Siyonizm tehdidinden koruyacağız.”

“Bölgede bizimle yarışmaya giren gerek Osmanlı nesli gerek Roma’dan geri kalanlar, bizim şu an Irak’a verdiğimiz desteğe itiraz ediyor. Biz bu bölgede bunlara karşı İran Birliği kuracağız. Bundan dünyayı tekrar fethedeceğiz demiyorum, fakat tarihi değerimiz ve bilincimizi restore etmemiz, global ve ulusal İranlı kimliğimizle bakışımızı geliştirmemiz lazım.” sözleriyle İran devletinin hedefini ve hedef coğrafyasını ifşa ediyordu.

Yine Tahran milletvekili Ali Rıza Zakai 2014’te yaptığı bir konuşmada, Hûsilerin Yemen’de yönetimi silahla ele geçirmesi üzerine “Üç Arap ülkesi (Irak, Suriye ve Lübnan’ı kastediyor) bugün İran’ın elinde ve İslâm devrimine bağlı. Sana, İran devrimine katılma yolundaki dördüncü Arap başkenti oldu.” sözleriyle, Arap topraklarını feth etmeyi öngören İran emperyal hedeflerini işaret ediyordu.

Bugünkü İran Devlet Yapısı, Kadim İran Devlet Geleneğinin Devamı Değildir

İran Devleti’nin genişleme hedefi, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yunusî’nin ifşa ettiği gibi, ‘Büyük İran’ coğrafyası olsa da bugünkü İran İslâm Cumhuriyeti’nin yapılanması (belki de tarihte bir benzeri bulunmayan) ruhban sınıfına dayalı bir devlet organizasyonu olması hasebiyle, Pers devlet geleneğine pek benzememektedir.

Din adamlarının siyasetten ekonomiye ve askeriyeye kadar her alanı kuşattığı bu devlet teşkilatının ana omurgası aşağıdaki gibidir:

-Veliy-i Fakih: Makam-ı Muazzam-ı Rehberi (Büyük Önderlik Makamı)

-İslâmi Danışmanlar Meclisi  (Meclis-i Şura-yı İslâmi)

-Anayasa Koruyucular Konseyi (Şura-i Negahban-i Kanuni Esasi)

-Uzmanlar Konseyi (Meclis-i Hubregan-ı Rehberi)

-Düzenin Yararını Teşhis Konseyi (Şura-yı Teşhis-i Maslahat-ı Nizam)

Veliy-i Fakih;  Peygamberleri ve 12 masum İmamı temsil etmekte olup, yasama, yürütme ve yargı da dâhil olmak üzere bütün kurumların üstünde yer almaktadır, devletin en üst düzey makamıdır. İran anayasasına göre, Veliy-i Emr-i Müminin olarak, kayıp imam zamanında, sadece İslâm Cumhuriyetinin değil bütün ümmetin dini lideri ve yöneticisidir. İmam Humeyni’nin 1989’daki vefatından sonra bu göreve getirilen Seyyid Ali Hamaney halen bu makamda bulunmaktadır.

İslami Danışmanlar Meclisi/Millet Meclisi (Meclis-i Şura-yı İslami): Dört yıllığına seçilen 290 milletvekillerinden oluşan meclistir. Yasama organı olarak yasa çıkarmaya yetkili tek kurumdur. Cumhurbaşkanı, bakanlar kurulunun göreve başlaması için Meclisten onay almak zorundadır.

Anayasa Koruyucular Konseyi; Altısı fakih altısı da hukukçu olmak üzere on iki kişiden oluşmaktadır. Fakihler doğrudan dini lider tarafından atanmaktadır. Çıkarılacak kanunların İslâmi ölçülere uygunluğunu denetleyecek kurumdur. Millet Meclisi ve onun kararları Koruyucular Konseyi’nin onayı olmadan yok hükmündedir. Uzmanlar Konseyi, Cumhurbaşkanlığı, Millet Meclisi seçimlerini ve referandumları gözetlemek, adayların uygun olup olmadıklarını belirlemek Koruyucular Konseyi’nin görevleri arasındadır.

Uzmanlar Konseyi; Her bir milyon kişinin bir üye seçtiği konseydir. Konsey üyeliği için başvuran adayların anayasada sayılan özelliklere sahip olup olmadığını belirleme yetkisi Koruyucular Konseyi’ne aittir. Üyeleri sekiz yıllığına seçilen bu meclisin görevi, dini rehberi seçmek, görev ve yetkilerini tayin etmek, denetlemek ve gerektiğinde görevden almaktır. Ancak bu meclis, mevcut dini liderin hayatını kaybetmesi durumunda ihtiyaç duyulacak bir meclistir.

Düzenin Yararını Teşhis Konseyi, 34 üyesinin de dini lider tarafından belirlendiği bir komisyondur. Görevi esas olarak, Millet Meclisi ile Koruyucular Konseyi arasındaki ihtilafları çözmek, dini liderin ihtiyaç duyduğu konularda kendisine danışmanlık yapmak ve sistemin sorunlarını çözmektir.

“İmâmet” ve “Beklenen Mehdî” inancıyla yüzlerce yıldır baskılara ve zalimce uygulamalara rağmen isyan etmeyen, “Mehdî” gelinceye kadar bir devletin kurulmasının caiz olmadığına inanan İmâmiye şiası, 1979 devrimiyle bu düşünceyi terk etti. Ayetullah Humeyni, Onikinci İmam’ın kaybolmasından sonra tekrar ortaya çıkarak zulümle kaplanmış yeryüzünü adâletle doldurmasına kadar, Müslümanların İslâmî bir hükûmetten mahrum kalmaları mâkul değildir görüşüyle -geçici olarak- bir fakihin yönetiminin (velâyet-i fakih) lüzumlu olduğunu kabul ettirdi. İran Anayasası’nın 5’inci maddesiyle Velâyet-i Fakih müessesesi ihdâs edildi. Böylece, asırlar sonra İsnâaşeriye (İmâmiye) mezhebi politika sahnesine çıktı ve İran İslâm Cumhuriyeti adıyla tarihteki ilk devletini kurmuş oldu. Bu nev’i şahsına münhasır devletin, İran halkını nereye götüreceği merak konusu olmaya devam etmektedir.

Devrim Devletinin Ürettiği Bir Model Olarak Devrim Muhafızları

Devrimin akabinde, ülkede doğan asayiş boşluğunu doldurmak ve devrimi korumak üzere, Nisan 1979’da İmam Humeyni’nin emriyle İslâm Devrim Muhafızları (Sipahi Pasdarani İnkılabı İslâmi) kuruldu. Asayişi sağlamak amacıyla kurulan ancak sonradan bir orduya dönüşecek olan Devrim Muhafızları teşkilatı, kuruluşundan hemen sonra yayınladığı bildiride hedefini, “İran’da meydana gelen İslâm Devrimini korumak ve devrimin İslâmi ideolojisini tüm dünyaya yaymak” olarak açıkladı.

Aynı bildiride ordunun görevleri şöyle sıralandı; Asayişin sağlanması konusunda gerekli yardımda bulunmak ve Devrim karşıtı unsurları takip ve tutuklama, Devrim karşıtlarının silahlı saldırılarına karşı silahlı mücadele, Yabancı güçlerin saldırı ve işgallerine karşı savunma, İran İslâm Cumhuriyeti’nin diğer silahlı güçleriyle işbirliği, Ordu mensuplarının ahlaki, ideolojik, siyasi ve askeri eğitimi, Yargı makamlarının görevlerini icra etmesine yardımcı olmak,  Devrim liderinin gözetimi altında ve hükümete danışarak bütün dünya ezilenlerinin hak ve özgürlük hareketlerini desteklemek, Gerek doğal afetlerde gerekse ülkenin gelişim ve kalkınmasında gerekli görev ve sorumlulukları yerine getirmek.

1985 yılına gelindiğinde, İran-Irak savaşında önemli görevler yapan Devrim Muhafızlarının bir orduya dönüştürülmesine karar verildi. Kara, Hava ve Deniz kuvvetleri olarak teşkil edilen bu ordunun mevcudu bugün itibariyle 125,000 personele ulaşmıştır.

Devrim Muhafızları Ordusu (DMO), İran anayasasına göre “bütün ümmetin yöneticiliği” görevini üstlenmiş bulunan dini lidere (Velâyet-i Fakih Makamı’na) doğrudan bağlı olması hasebiyle, kendisini İran devletinin bir ordusu değil tüm İslâm ümmetinin ordusu olarak kabul etmekte, dolayısıyla bütün İslam coğrafyasını tanzim yetkisini kendisinde görmektedir.

DMO, İran-Irak savaşından sonra ülkenin imarında öncü rol oynarken ekonomik bir güç haline de gelmiştir. İran Milli Petrol Şirketi ve İmam Rıza Fonu’ndan sonra İran’ın en zengin üçüncü iktisadi kurumu olmuş, hayatın her alanında nüfuz ve hâkimiyetini genişletme yoluna gitmiştir. 1982’de lise düzeyinde okullar açmış, 1985’te askeri akademi ve 1986’da İmam Hüseyin Üniversitesi’ni kurmuştur.

Ayetullah Humeyni gibi karizmatik bir lider olmayan Rehber Ali Hamaney, sistem içindeki gücünü ve otoritesini Devrim Muhafızları’na dayandırmayı tercih etmiştir. Nitekim, Haziran 1989’da Humeyni’nin ölümünden sonra Rehber seçilince, İran Silahlı Kuvvetleri ile Devrim Muhafızlarını bileştirme projesine son vermiş, anayasal olarak doğrudan kendisine bağlı olan Devrim Muhafızlarını otoritesinin istinatgâhı haline getirmiş, böylece Devrim Muhafızları her konuda son sözü söyleyen silahlı bir güç odağına dönüşmüştür. Hamaney’in Devrim Muhafızları Ordusu’ndaki temsilcisi General Ali Saidi yaptığı bir konuşmada;“Veliyy-i Fakih’in emirleri İmam’ın emirleridir ve yetkisi de imamların yetkisiyle aynıdır, kendisi hem vahiyle hem de farklı yollarla ilahi kaynaklarla iletişim halindedir.” sözleriyle, kendilerinin ilahi bir otoriteye doğrudan bağlı olduklarını ifade etmiştir.

Humeyni’nin ölümünden sonra cumhurbaşkanı seçilen gerek Haşimi Rafsancani ve gerekse Mayıs 1997’de 4. Cumhurbaşkanı seçilen Muhammed Hâtemi ile Devrim Muhafızlarının ilişkileri hep problemli olmuştur. Her iki cumhurbaşkanını da kontrolleri altında bulundurmak isteyen Devrim Muhafızları, Rafsancani ve Hâtemi ‘yi devrimci ideolojiden uzaklaşmakla itham etmiş, hatta yazılı muhtıra vermiştir.  İran’da 7. Meclisin teşkil edildiği 2004 Meclis seçimlerinde, 290 sandalyenin yaklaşık 90’ını Devrim Muhafızları’nın eski üyelerinin almasıyla DMO siyaset sahnesinde güçlü biçimde temsil edilmeye başlamıştır. DMO, 2005’te cumhurbaşkanı seçilen neo-muhafazakâr Ahmedinecad hükümeti ile yakın işbirliği içine girmiş, yine 2009 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Ahmedinecad’ın yeniden seçilmesi için Devrim Muhafızları ve Besic doğrudan seçime müdâhil olmuşlardır.

Kendisini “devrimin İslâmi ideolojisini tüm dünyaya yaymak” la görevli gören DMO, bünyesinde kurulu bulunan Özgürlük Hareketleri Ofisi kanalıyla pek çok İslâm ülkesindeki Şii unsurlarla ve hareketlerle ilişki kurmuştur. Onları bir yandan Velâyet-i Fakih makamının dini otoritesine bağlamaya çalışmış, diğer taraftan verdiği ideolojik ve askeri eğitimle Şii unsurları İran politikasının silahlı bir aracı haline getirmeye çalışmıştır. Öte yandan, Kürdistan, Batı Azerbaycan, Huzistan, Belucistan, Horasan ve Körfez’deki adalar gibi Fârisî olmayan halkların yaşadığı bölgelerin asayiş ve güvenliğini Devrim Muhafızları üstlenmiştir.

Devrim Muhafızlarının sistem üzerindeki bu hâkim gücünün son Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’yi de rahatsız ettiği görülmektedir. Ruhani, Eylül 2015’te Devrim Muhafızları Komutanlarının hazır bulunduğu bir toplantıda yaptığı konuşmada Devrim Muhafızları’nın ülkedeki baskın konumunu eleştirmiş ve “Devrim Muhafızları’nın, devrimi ve kazanımlarını korumalarıyla tanınmış olmaları doğrudur. Lakin İran Meclisi, Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi, İran silahlı gücü ve diğer müesseseler da bu vazifeyle tanımlanmışlardır. Hiçbiri kendisini diğerlerinden farklı bir yerde görmemelidir” sözleriyle sistem içindeki gücünden duyduğu rahatsızlığı ifade etmiştir.

Devrim Muhafızlarının Sivil Alanı Kontrol Mekanizması: Besic-i Mustazafîn

Devrimin hemen arkasından, Kasım 1979’da İmam Humeyni, “İslâm Devrimi’ni iç ve dış tehditlere karşı koruyacak “20 milyonluk gönüllü/silahlı bir güç” kurulması talimatını vermişti. Bu amaçla oluşturulan Besic-i Mustazafîn (Ezilenlerin Savunma Gücü), İran-Irak savaşında önemli hizmetler yaptı. Bilâhare, anayasal bir kurum olarak ihdas edilen Besic, Devrim Muhafızlarının kontrolüne verildi. Besic’e silahlı güçlerin bir parçası sıfatıyla ülke toprakları ve sınırlarını savunma, iç ve dış tehditlere karşı mücadele etme görevi yanısıra, kültürel saldırılarla mücadele ve devrimci İslâmi kültür yaratma görevi de yüklendi. Bugün 10 milyonun üzerinde üye sayısına sahip olduğu söylenen ve gönüllülerden oluşan bu kurum, İran içinde herhangi bir eylem ya da protesto ortaya çıktığında olaylara ilk müdahale eden, olayları bastırmaya ve sindirmeye çalışan güç olarak öne çıkmaktadır.

Besic, İran devleti tarafından, diğer ülkelere bir devrim ihraç modeli olarak sunulmaktadır. Bu model ilk defa Lübnan’da “Ordu, Halk (Besic), Direniş” sloganı ile ortaya çıktı ve Devrim Muhafızları’nın kontrolü altında, halk orduları kurmak üzere Hizbullah tarafından uygulandı. Yine Suriye’de, rejim ordusun yanında savaşmak üzere bu modelden mülhem Ulusal Savunma Güçleri (NDF) oluşturuldu. Ekim ayında Suriye’de öldürülen Devrim Muhafızları komutanlarından Tuğgeneral Hüseyin Hamedani 2014’te yaptığı bir konuşmada; “Besic’in kurulmasıyla, Suriye ve Lübnan’da mobilize edildikten sonra Irak’ta devrimin üçüncü çocuğu doğdu” demişti. Devrimin çocuğu, Şiilerden müteşekkil Irak ordusuna destek amacıyla yine Şii milislerden oluşturulan Heşd El Şebî (Ulusal Birlikler) idi. Heşd El Şebî komutanlarından Muin el-Kazımi Haziran 2015’te yaptığı açıklamada, yüz bin olan mevcutlarını bir milyona çıkarmayı hedeflediklerini söylüyordu. Bu modelin Yemen’e ihracı ile ilgili olarak, Hamaney’in dış politika danışmanı Ali Ekber Velayeti, 2015 yılı başlarında Tahran’da bulunan bir Hûsi heyetine; “Ensarullah grubunun Lübnan’da Hizbullah’ın oynadığı role benzer bir rol oynaması gerektiğini” söylemişti.

Besic modeli, sadece Sünnilere karşı Şiiler için öngörülen bir direniş örgütlenmesi değildir. Temmuz ayında PKK’nın bazı şehirlerde özyönetim ilan etmesi ve özsavunma güçleri adı altında devlete karşı savaşa geçmesi de tipik bir Besic uygulaması gibi görünmektedir. KCK eş başkanı Cemil Bayık’ın Tahran ile olan yakın münasebetleri, DMO Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani’nin defalarca Kandili ziyareti, savaşın zamanlaması ve modelin işleyişi birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’sunda bu İran modelinin hayata geçirildiği rahatlıkla iddia edilebilir.

Besic modelinin hedefi, bir gün genel bir seferberlik ilan edildiğinde, farklı ülkelerdeki tüm bu güçlerin İran namına bölge için savaşan bir ordu haline dönüştürmek olarak değerlendirilmektedir.

İran, Şii Jeopolitiğini Nüfuz Alanı Olarak Görmektedir

Resmi ağızlarından da ifade edilen ‘Büyük İran’ coğrafyası ile kastedilen bölge; günümüzde İran, Azerbaycan, Afganistan, Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan, Pakistan’ın bazı bölgeleri, Türkiye’nin doğusu, Basra Körfezi, Yemen, Irak ve Suriye’yi kapsamaktadır.

İran devleti, ‘Büyük İran’ hedefi için bu devletler bünyesinde yaşayan Şii unsurlarla güçlü bağlar kurmayı strateji olarak benimsedi. Hatta İmâmiye Şiası’nın, ‘gulâtı şia’ olarak tanımladığı ve tarihi süreç içerisinde Şiilikten sapma olarak kabul edip tekfir ettiği guruplarla bile ortak aidiyetler geliştirme yoluna gitti. Şii unsurları Velâyet-i Fakih’in otoritesine bağlamaya çalışarak, Ali Hameney’i tüm dünya Şiilerinin siyasi ve dini otoritesi olarak kabul ettirmeye yöneldi. Şiiliğin bir araç olarak kullanıldığı ‘Büyük İran’ hedefi için Kum kenti, dünyadaki Şii din adamı ve siyasetçilerin eğitim yeri olarak bu amaca fazlasıyla hizmet etmektedir.

İran’ın otoritesi altına toplamayı hedeflediği Şii nüfusu, dünyadaki toplam Müslüman nüfusun %10-13’ünü oluşturmakta olup, yaklaşık 150 ile 200 milyon arasında bir nüfusa tekabül etmektedir. Şii nüfusun en yoğun yaşadığı yer İran’dır. Burada yaklaşık olarak 69 milyon Şii yaşamaktadır. İran’dan sonra en büyük Şii nüfusu 23 milyonla Pakistan (toplam nüfusun %20’si), 21 milyonla Irak (%60-65), 20 milyonla Hindistan (%1,5), 8,5 milyon nüfusla Yemen (%35), 7,5 milyonla Azerbaycan (%85), 4 milyon nüfusla Afganistan (%15), 2,4 milyon nüfusla Suudi Arabistan (%12), 1,6 milyon nüfusla Lübnan (%40), 700 bin nüfusla Kuveyt (%30-35), 500 bin nüfusla Bahreyn (%75), 320 bin nüfusla BAE (%12), 310 bin nüfusla Umman (%10), 280 bin nüfusla Katar (%30) takip etmektedir. Türkiye’deki Alevi-Caferi nüfus (yaklaşık nüfusun %10’u kadar) 7-8 milyon civarındadır.

Ancak, Şii anlayış pek çok yerde birbirinden farklılıklar arz etmektedir. İran’ın İmâmiye mezhebi dışında, Şia içerisinde Zeydîler, İsmailîler, Dürzîler, Nusayrîler, Alevîler (Kızılbaşlar) gibi farklı Şia kolları mevcuttur. Ki bunlardan Yemen’de yaşayan Zeydiler kendilerini Sünniliğe daha yakın bulurlar. İsmailîler, Dürzîler, Nusayrîler, Alevîler ise mezhebi açıdan İmâmiye’ye (Caferilik’e) tâbi değildirler. Öte yandan İmâmiye’ye mensup olup da Velâyet-i Fakih otoritesini kabul etmeyenler de vardır. Irak’ın en güçlü dini lideri ve Mercî-i Taklid olan Ayetullah Ali elSistani Velâyet-i Fakih müessesesini reddetmektedir.

*Bu yazı 2 Aralık 2015 tarihinde Haber10 sitesinde yayınlanmıştır.

Kategoriler: Yazılar