Petrolün bir enerji kaynağı olarak hayatımıza girmesinin, 1800’lü yılların ortalarında, Kanadalı Abraham Gesner’in yeryüzüne sızan petrolden gazyağı rafine etmesiyle başladığı kabul edilmektedir. 19uncu yüzyılda sanayi devriminin hızlanmasıyla birlikte, enerji kaynağı olarak kömürün yerini petrolün almaya başlamış olması, sanayici ülkeleri dünyadaki petrol alanlarını keşfetmeye ve bu alanları kontrol altına almaya sevk etmişti.
20inci yüzyılın başında, dünyanın en önemli petrol üretici ülkesi ABD idi. Onu, 1877den itibaren Bakü petrollerini işletmeye başlayan Rus Çarlığı takip ediyordu. İhracatta yapan Rusyanın petrol üretimi neredeyse ABDnin 2/3üydü. Topraklarında petrol bulunmayan iki sanayi ülkesi İngiltere ve Almanya ise, 19uncu yüzyılın sonu itibariyle, petrol rezervi bulunan ülkeleri ya nüfuzu altına alma ya da buraları işgal etme yoluyla petrol ihtiyaçlarını temin etme ve rakibine bu alanları bırakmama stratejisine yöneldiler.
Büyük devletlerin kendi hudutları dışındaki petrol yatakları üzerinde hâkimiyet sağlamaları, uyruğunda bulunan petrol şirketlerinin ilgili ülkeden petrol arama ve üretme imtiyazları elde etmeleri yoluyla oluyordu. Bu imtiyazlar çoğu kez, petrol şirketinin uyruğu bulunduğu devletlerle imtiyaz veren devletlerin şiddetli mücadeleleri sonunda elde ediliyordu.
20inci yüzyılın ilk çeyreğinde, dünya petrol üretiminde söz sahibi olan iki büyük şirket vardı. Birisi Amerikan Standart Oil of New Jersey, diğeri onun rakibi olarak ortaya çıkan Royal Dutch Shell. Bir İngiliz-Hollanda ortaklığı olan Royal Dutch Shell, Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında, ABD dışındaki dünya petrol üretiminin %75’ini sağlıyordu. İranda petrol çıkarma imtiyazını elde eden İngiliz DArcy grubu (daha sonra değişen ismi Anglo-Persian Oil Company) de kısa sürede üçüncü büyük şirket olmayı başaracaktı.
Petrol Coğrafyası Üzerinde Hâkimiyet Stratejileri
İran, Irak, Suudi Arabistan ve Körfez emirliklerinin petrol havzası olan Basra Körfezi, halen dünyadaki petrolün % 60ına ve doğalgazında % 50sine sahip bulunan bir enerji bölgesidir. İngilizlerin bu bölgeye hâkim olma çabası 1800lü yıların başında başlamıştı. O sırada İngilterenin hedefi Hindistan ticaret yolunun güvenliğinin sağlanmasıydı. İngiltere önce, Osmanlı Devletinin bir parçası bulunan ve bugün Birleşik Arap Emirlikleri diye adlandırılan emirlikleri 1820 yılında fiili himayesi altına aldı. 1871de Maskat Sultanı, 1891de Umman Sultanı, 1892de Bahreyn Emirliği ve Birleşik Arap Emirlikleri İngiltere ile himaye anlaşması yaptılar. Osmanlı imparatorluğu ile İngiltere arasında imzalanan 1913 tarihli İstanbul Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri Şeyhlikleri üzerindeki haklarından vazgeçti, İngilizler de Necd ve Katarın Osmanlı toprağı olduğunu kabul ettiler. Ancak İngiltere, 1915 yılına gelindiğinde, Suudi Hanedanlığıyla yaptığı anlaşma ile Hanedanlığın Necd ve Ahsa üzerindeki hâkimiyetini tanıdı ve Osmanlı Devleti aleyhine ittifak ilişkisi geliştirdi. 1916da Katar Emirliğide İngiltere ile himaye anlaşması yaptı ve bütün bu bölgeler Osmanlı nüfuzundan çıkarak İngilizlerin fiili hâkimiyeti altına girdiler. Haziran 1916da, İngilizlerin desteklediği Şerif Hüseyin liderliğindeki Hicaz isyânı ile Arap Yarımadası da Osmanlı Devletinden kopmuş oldu.
Osmanlı hudutları dışında kalan Basra Körfezinin diğer önemli ülkesi İrandı. İran üzerinde Rusya ve İngiltere arasında hâkimiyet kavgası hep var olagelmişti. Daha 1857lerde İngiltere, Rusyanın itirazına rağmen Hazar Denizi kıyılarında İngiliz konsoloslukları açmayı başarmıştı. Rusya ve İngiltere kavga etmek yerine, İran ve Basra Körfezinin paylaşılmasını öngören gizli bir anlaşma yaparak 1907 yılında İranı kendi aralarında paylaştılar. Antlaşma gereğince ülkenin kuzey tarafı Rusların, güney tarafı İngilterenin denetiminde kalıyor, orta kısım Şaha bırakılıyordu. Yani Basra körfezine açılan petrol bölgesi İranın, Hazar petrol havzası Rusyanın hâkimiyeti altına giriyordu.
Öte yandan Almanya, Basraya kadar uzanan bir demiryolu inşa ederek Basra Körfezine çıkmak ve yeni yeni önemi fark edilen ve keşfedilen petrol rezervlerine yakın olmak politikası izlemeyi tercih etmişti.
Osmanlı Devleti Kendi Petrol Sahalarını Keşfediyor
Osmanlı Devleti, petrolden haberdârdı ve bu yeni enerji kaynağının öneminin de farkındaydı. Nitekim, Sultan II.Abdülhamid, Osmanlı coğrafyasındaki petrol rezervlerini tespit ettirmek üzere 1885 yılından itibaren çalışmalar yaptırmaya başladı. Bu konuda ilk raporu Hazine-i Hassa mühendisi Arif Bey hazırladı. Söz konusu raporda, Musul ve Bağdat bölgesindeki petrol madenleri hakkında bilgi veriliyordu. Daha sonra, Fransız maden uzmanı Emile Jakraz Hazine-i Hassada başmühendis olarak görevlendirildi. Jakraz, Bağdat, Musul ve Kerkükteki petrol yatakları üzerinde yaptığı araştırmaların sonucunda 9 Şubat 1895 tarihli ayrıntılı bir rapor hazırladı. Bu rapor üzerine, Musul ve Bağdat Vilayetlerindeki petrollerin bir bütün halinde şirket olarak işletilmesine ve Emlâk-ı Şahane (padişah mülkü) ilan edilerek Hazine-i Hassaya (özel padişah hazinesi) bağlanmasına dair 1888 ve 1898 tarihli iki özel ferman çıkarıldı. Petrol havzalarının Padişahın özel mülkü haline getirilmesinden maksat, bu kaynakların Duyun-u Umumiye İdaresine veya başka yabancı ellere geçmesini önlemekti.
Daha sonra, Alman Maden Mühendisi Paul Groskoph ve Habib Necip Efendi başkanlığındaki bir araştırma ekibine, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yaptırıldı. Bu ekip, 22 Ekim 1901 tarihli raporlarıyla birlikte, petrol kuyularının yerlerini de ihtiva eden bir harita sundu. Bahse konu raporun sonu şu cümlelerle bitiyordu: “Dicle ve Fırat nehirleri havzalarında pek zengin ve mühim petrol kaynakları olup, bunlar işletildiği takdirde büyük kazançlar elde edilecektir. Adı geçen kaynakların vaziyeti tabiyeleri pek müsait olup oralardan bir tren geçirilecek olursa menabii mezkurenin kıymet ve ehemmiyeti artacaktır. Sureti kat’iyede arz ederim ki Fırat ve Dicle kıyılarında bulunan petrol madenleri dünyada en ziyade petrol hâsıl eden kaynaklardan biri petrol ve arazi olacaktır.”
Büyük Devletlerin Ortadoğu Petrol Havzalarını Ele Geçirme Mücadelesi
19uncu yüzyılın sonlarından itibaren, Osmanlı Devletinin hâkimiyet alanındaki petrol havzalarının ele geçirilmesi ya da bu havzaların işletme imtiyazının elde edilmesi için İngiltere ve Almanya arasında, 1.Dünya Savaşına yol açacak, büyük bir rekabet başlamıştı.
İki devlet Ortadoğu petrollerine hâkim olma mücadelesini iki şirket üzerinden veriyordu. Birisi, arkasında Almanya Devleti bulunan Deutsche Bank, diğeri Britanya hükümeti tarafından desteklenen Darcy gurubuydu. İngiliz DArcy grubu, İran Şahının 1901de vermiş olduğu imtiyazla, İrandaki petrol sahaları üzerinde tek hâkimiyet sahibiydi. Kısa bir süre sonra APOC (Anglo-Persian Oil Company) adını alan şirket İran devletine kendi petrol kazancından sadece %16 oranında pay veriyordu. Anlaşma 49 yıllıktı.
İngilizlerin Kıbrısa, Mısıra el koymaları, Basra Körfezindeki faaliyetleri Sultan II.Abdülhamidi İngilizlerden uzaklaştırmış, Almanlarla işbirliğine yaklaştırmıştı. Mithat Paşanın Bağdat valiliği sırasında İngiliz şirketlerine verdiği petrol arama ruhsatları Abdülhamit tarafından iptal edilerek Alman şirketlerine verildi. 1889dan itibaren Orta Doğuda bulunan petrol rezervlerine hâkim olmayı hedefleyen Almanya, Deutsche Bankın Osmanlı Devleti ile imzaladığı Bağdat-Berlin demiryolu anlaşması ile, hattın iki yanındaki 20şer kmlik bir alandaki petrol dâhil madenleri işletme imtiyazını almıştı.
DArcy grubu kurduğu Osmanlı Petrol Şirketi ile, Royal-Dutch-Shell Petrol Şirketi de Kalust Sarkis Gülbenkyanın rehberliğinde 1908 yılında Londrada kurmuş oldukları Doğu Petrol Şirketi ile Mezopotamya petrollerini işletme imtiyazını ele geçirmek için yoğun bir rekabete girdiler. Bu rekabete Amerikalı Amiral Colby Chesterin kurmuş olduğu bir şirkette dâhil olmakta gecikmedi.
Sultan 2. Abdülhamid Sonrası Yöneticiler Petrolün Öneminden Bîhaberdi
Sultan 2. Abdülhamid 1909 yılında İttihad ve Terakki tarafından tahttan indirildi. Artık petrol için Osmanlı coğrafyasının üstüne abanan Batılı Devletlerin menfaatlerine engel olacak güçlü bir akıl kalmamıştı. Abdülhamidin tahttan indirilmesinden sonra, Cumhuriyetin kurucu kadroları da dâhil, devleti yöneten asker kökenli bürokrasi petrolün önemini anlamadı ve petrolün içinde bulunduğu mülkü elinde tutma basireti gösteremedi.
İttihatçılar, Abdülhamidi hal ettikten sonra, Mahmud Şevket Paşanın talimatıyla Musul, Bağdat ve Basra vilayetleri dâhilindeki kömür ve petrol madenlerinin Hazine-i Hassa’ya ait olduğunu bildiren 17 Şevval 1324 (22 Kasım 1906) tarihli fermanı yürürlükten kaldırarak, padişah mülkü ilan edilen petrol havzalarını Ticaret ve Ziraat Nezaretine devrettiler. Devrin sadrazamı Mahmud Şevket Paşa İngilizlerin tasallutta bulunduğu Kuveyt ve Katarın durumunun görüşüldüğü Kabine toplantısında, Kuveyt ve Katar gibi çölden ibaret iki kaza yüzünden İngiltere ile ihtilaf çıkarmayalım, bu ehemmiyetsiz topraklardan ne gibi bir istifademiz olabilir ki? sözleriyle, bu topraklar ve altında yatan petrol denizi hakkındaki ufuksuzluğunu ortaya koymuştu.
İngilizler ve Almanlar arlarındaki rekabeti sona erdirmek ve Mezopotamya petrol yataklarını işletmek üzere 1912 yılında, Royal Dutch Shell’in % 25, Alman yatırımcıların toplam % 25, İngilizlere ait olan Türkiye Milli Bankası ‘nın % 35 ve Kalust Gülbenkyan’ın da % 15 hissesine sahip olduğu Turkısh Petroleum Company (T.P.C.) şirketini kurdular.
1.Dünya Savaşı ve Petrol Şirketleri
1914e gelindiğinde, İngiliz Hükûmeti donanmanın petrol ihtiyacını garanti altına almak için Anglo-Persian Oil Companye %55 oranında ortak oldu ve İran Petrolleri resmen İngiliz Devletinin kontrolüne geçti. İngilizler Mezopotamya petrol havzasını işletmek ve gelirini aralarında paylaşmak için, 1.Dünya Savaşı öncesinde 19 Mart 1914te, Almanya ile anlaşmaya vardılar. Bu anlaşmayla Mezopotamya petrol havzasını işletme imtiyazına sahip bulunan Turkish Petroleum Companynin yeni hisse dağılımı şöyle oldu: % 50 Anglo-Persian Oil Company, % 25 Deutsche Bank, %25 Royal-Dutch Shell. Şirkette Gülbenkyanın hissesi, Anglo-Persian Oil Company ve Deutsche Bankda % 2,5luk paylarla korundu. Ancak 1.Dünya Savaşı başlayınca, İngiliz Hükümeti Deutsche Bankın % 25 hissesine el koydu.
1.Dünya Savaşının sonunda Mezopotamyadaki petrol havzaları tamamen Osmanlı Devletinin elinden çıkmıştı. İngiliz Harp Kabinesi Sekreteri olan Sir Maurice Hankeyin 1918’de Dışişleri Bakanı Arthur Balfaura yazdığı mektupta İlerideki savaşlarda petrol, bugünkü durumdan daha çok önem kazanacaktır. Büyük miktarda petrol bulabileceğimiz yer İran ve Mezopotamyadır. Bu nedenle, petrol kaynağı olan bu iki yer üzerindeki kontrolümüz İngilterenin savaştan beklediği birinci hedef olmalıdır diye ifade ettiği hedefler İngilizler tarafından gerçekleştirilmişti.
30 Ekim 1918 tarihli Mondoros Mütarekesi imzalandığı sırada, bu hedefin dışında kalan ve bizim elimizde bulunan Musul, 15 Kasım 1918’de İngilizler tarafından, mütareke hükümlerine aykırı olarak işgal edildi ve İngilizlerin açıkladıkları hedefe dâhil edildi.
Savaşın Son Dönemecinde Hazarda Petrol Rekabeti
İngilterenin Basra ve Mezopotamya petrollerine hâkim olmasıyla birlikte, savaşın sona erdiği 1918 yılının ortasına doğru petrol mücadelesi Hazara yöneldi. Bakü petrollerine sahip olmak için Almanya, İngiltere, Rusya ve Osmanlı Devleti arasında kıyasıya bir mücadele başladı.
Sovyetler, Mart 1918de kurulan ve yönetimi ele alan Bakü Komünü aracılığıyla Baküyü ve Bakü petrollerini elinde tutmaya çalışıyordu. Azeriler Osmanlı Devletinin siyasi ve askeri yardımıyla bir devlet kurmak ve Baküyü bu devlete katmak istiyorlardı. İngilizler ise Ermeniler ile işbirliği ve onların yardımıyla Bakü petrollerine hâkim olmayı planlıyordu. Almanlara gelince, onlar da Rusyayla anlaşarak, Bakü petrollerinin dörtte birini veya aylık belli bir kotayı Almanya’ya vermeleri karşılığında Osmanlı Devletini Baküye sokmama ve Baküyü Rusyaya teslim etme peşindeydiler.
Hâkimiyet için karşılıklı mücadele ve savaşların cereyan ettiği Bakü, önce Ermeni Bolşeviklerin desteği ile Ağustos 1918inde İngilizlerin kontrolüne girdi. Ardından, Kafkas İslam Ordusu savaşarak 15 Eylülde Baküyü aldı ve İngilizleri buradan çıkardı. Ancak, 30 Ekim’de imzalanan Mondoros Mütarekesi hükümleri gereğince Türk Ordusu 16 Kasımda Baküyü terk etmek zorunda kaldı. 17 Kasım 1918’de bu defa İngiliz General Tomphson komutasındaki müttefik ordusu Bakü’ye girdi. İşgalci Müttefik idaresi “Britanya Petrol Yönetimi” isminde bir kurum oluşturarak Bakü petrollerini çıkarmaya ve kendi ülke ihtiyaçları için ihraç etmeye başladı. Böylece İngiliz hâkimiyetinde Hazar-Basra petrol hattı birleştirilmiş oldu.
1919 yazında müttefik orduları Bakü’yü terk etti. Azerbaycan yönetimi büyük zarar görmüş petrol endüstrisini yeniden inşa etmeye çalışırken Azerbaycan bu defa 28 Nisan 1920 tarihinde Rus Kızıl Ordusu tarafında işgal edildi. Bakü petrolleri Sovyetlerin kontrolüne geçtikten sonra devletleştirildi ve çıkarılan petrol Rusya’ya taşınmaya başlandı. Bakü petrolleri uzunca bir süre Sovyetler Birliğinin petrol ihtiyacının yaklaşık % 75ini sağladı.
Lozanda Musul Meselesi
İstiklâl Harbinin ardından 21 Kasım 1922de Lozanda başlayan barış müzakereleri sırasında İngilizlerin hedefi Musul petrollerini ellerinde tutmak olduğu halde, Türk tarafı Musulu sadece toprak olarak mülâhaza ediyordu. Türk heyeti başkanı İsmet İnönüye verilen 14 maddelik hükûmet talimatında da petrol konusu yer almıyordu. Türk heyetinin elinde bölgeye ait bir petrol haritası olmadığı gibi heyette bir petrol uzmanı dahi bulunmuyordu. İşin garibi, Lozanın müzakere edildiği, Musulun tartışıldığı meclis oturumlarında hiç kimse de petrolden bahsetmiyordu.
Hülâsa, 3 Mart 1924 tarihli Lozan Barış Anlaşması kapsamı dışına alınan Musul meselesi Türkiye, İngiltere ve Irak arasında 5 Haziran 1926 tarihinde Ankarada imzalanan anlaşma ile Türkiye aleyhine çözüldü. Musul İngiliz mandasındaki Iraka bırakıldı. Bu anlaşma ile Türkiyeye 25 yıl süreyle Irak petrol gelirinden % 10 pay alma hakkı tanınarak sus payı verildi. Fakat, Türkiye bu parayı sadece 4 yıl aldı, kalan 21 yıllık hakkından 500.000 Sterlin karşılığında vazgeçti.
Not: Stratejik Düşünce Dergisinin 63üncü sayısından alınmıştır.
*Bu yazı 27 Mart 2015 tarihinde Haber10 sitesinde yayınlanmıştır.