Türkiyede bütün askeri müdahaleler Türkiyenin Batı ekonomik sistemine mutlak bağlılığını devam ettirmek üzere yapılmıştır. 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi, 12 Mart 1971 tarihli Muhtıra, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ve 28 Şubat Post Modern Darbesinin gerekçeleri olarak ne sunulursa sunulsun, bütün bu müdahaleler Türkiyenin batı ekseni dışında kredi ve pazar arayışlarını engellemek amacıyla yapılmıştır. Sermayenin 1980 sonrası ilişkilerine geçmeden önce 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi ve 12 Mart 1971 tarihli Muhtıraya bu gözle bir bakmakta fayda vardır.
27 Mayıs Darbesinin en önemli sebebi Sovyetler Birliğiyle ekonomik işbirliği arayışları olmuştur
Adnan Menderes Hükûmeti, Sovyetler Birliği ile yürüttüğü gizli temaslarla, Başbakanın 15 Temmuz 1960 da Sovyetler Birliğine bir ziyaret yapmasını planlamıştı. Dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 27 Nisan günü bir heyetle birlikte CENTO görüşmeleri için geldiği Tahranda, Büyükelçi Mahmut Dikerdeme Amerikadan gizli tutulan bu ziyaret planından bahsetmişti. Ancak, tam bir ay sonra gerçekleştirilen askeri darbeyle hükûmet devrildi ve planlanan ziyareti gerçekleştirme imkânı ortadan kalktı. Bu ziyaretin asıl amacı, IMF ile 1958de imzalanan istikrar programına rağmen devam eden ekonomik krize çare bulmak ve başka alternatif finansman imkânları temin ederek ABDnin mutlak hegemonyasından kurtulmaktı.
27 Mayıs darbesinden sonra ABD yönetimi tarafından hazırlanan 05 Ekim 1960 tarihli ABDnin Türkiye Politikası konulu ABD Ulusal Güvenlik Raporunda, Türkiyenin ABD çizgisi dışına çıkmasının ve Sovyetlerle bağımsız ilişki geliştirmesinin önüne geçilmesi temel politika olarak benimsenmişti. Bu rapor aynı zamanda, askeri darbenin hangi gerekçe ile yapıldığını son derece açık bir şekilde ortaya koyuyordu. ABD Ulusal Güvenlik Raporunda;
ABDnin ekonomik savunma politikasına uygun olarak, Sino (Çin)-Sovyet bloku için gerekli stratejik malların ihracını sınırlandırma ve yasaklama konusunda Türkiyeyi zorlamak ve Türkiyeyi;
a) Belli bazı duyarlı alanlarda Sino-Sovyet blokunun yardımını kabul etmeme,
b) Bu bloka ekonomik bağlılık yaratacak şekilde Sino-Sovyet bloku ile ticari ilişkiler geliştirme ya da ABD çıkarlarını ciddi biçimde tehdide yönelik ilişkiler geliştirmeme konusunda uyarmak.
gerektiği hususları yer almıştı.[1]
12 Mart 1971 Muhtırası Ruslarla geliştirilen ekonomik ilişkileri sonlandırmak için yapılmıştır
Türkiye, ABD Ulusal Güvenlik Raporunda açıklanan ekonomik sınırlamalara 1964 yılı ortasına kadar riayet etti. 1964 ortalarına gelindiğinde Kıbrısta Türklerinin varlığını tehdit eden olaylar yaşanmaya başlandı. Bu gelişmeler karşısında Türkiye Hükümeti 2 Haziran 1964 tarihinde Kıbrısa çıkarma yapma kararını açıkladı. Ancak, bu karara ABDnin tepkisi çok sert oldu. ABD Başkanı Lyndon B. Johnson, Başbakan İsmet İnönüye gönderdiği -Johnson mektubu olarak tarihe geçen- ünlü mektubuyla ABD ve NATOya danışılmadan alınan bu kararları aşağılayıcı bir üslupla eleştirdi ve bu müdahaleye izin vermeyeceklerini bildirdi. Bu mektup, 1947’den 1964’e kadar Türkiyenin sadakatiyle devam eden Türk-Amerikan münasebetlerinde bir kırılmaya sebep oldu.
Amerika ile ilişkilerin iyice zayıfladığı bu dönemde, Sovyetlerin daveti üzerine, Türkiye Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin 30 Ekim-6 Kasım 1964 tarihlerinde Moskova’yı ziyaret etti. Bu şekilde başlayan ilişki 1965’te iktidara gelen Adalet Partisi hükûmeti döneminde de gelişerek devam etti. 25 Mart 1967 tarihinde imzalanan anlaşma ile, Türk ekonomisinin en büyük yatırımları olacak İskenderun Demir Çelik Tesisleri, İzmir Aliağa Rafinerisi, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, Paşabahçe Cam Sanayide dâhil olmak üzere 7 proje için Sovyet Hükümeti Türkiyeye %2.5 faizli ve 15 sene vadeli 200 milyon dolarlık kredi açtı. Bu krediler ve Sovyet mühendisliği ile söz konusu sanayi tesisleri tamamlanıp işletmeye açıldı. Bu anlaşmanın bir önemli yönü, kredilerin Türkiyeden yapılacak ihracatla ödenmesi ve bu ihracatın %60ının da Türkiyenin geleneksel tarım ürünleriyle yapılmasının öngörülmesiydi. Sovyetler, İskenderun Demir Çelik İşletmesi, Seydişehir Alüminyum Fabrikası gibi tesislerin tevsii için de 113,7 milyon Dolar ve 45,4 milyon Dolar ( özel kliring tertibinden) tutarında munzam iki kredi daha açmıştı.
Sovyetler ile ilişkiler, 12-21 Kasım 1969 tarihlerinde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın Sovyetler Birliğini ziyareti ile doruk noktasına ulaştı.1960 tarihli ABD Ulusal Güvenlik Raporunda, ABDnin ekonomik savunmasına tehdit olarak görülen Türk-Sovyet ilişkilerindeki gelişmeler ABDnin sabrını taşırdı. Yükselen (ya da yükseltilen) sol tehdit gerekçe gösterilerek TSK, hükûmete 12 Mart 1971 tarihli bir muhtıra verdi ve Sovyetler Birliği ile ekonomik ilişkileri devam ettiren Demirel hükûmetini devirdi. 12 Mart Muhtırasından sonra Sovyetlerle yakınlaşma politikası sona erdi, işbirliği ve yakınlaşmanın yerini komünist işgali korkusu aldı. 1970li yılların sonuna kadar sağ-sol çatışması ile Türkiye hem Sovyetler Birliğinden uzak tutuldu hem de yeni ekonomik krizlere sürüklenerek burnu sürtüldü. Bu konuyu daha geniş olarak ele aldığımız Eksen Değişikliği Can Yakar: İki Örnek Olay isimli makalemize bakılabilir.[2]
Bir önceki yazımızda bahsettiğimiz üzere, sanayi burjuvazisi 12 Mart Muhtırasından hemen bir ay sonra TÜSİADı kurmuştu. O zamana kadar TOBBda temsil edilen ancak burayı tam vesayeti altına alamayan sanayi burjuvazisi kendi örgütünü kurmak durumunda kalmıştı. Daha sonraki gelişmelerden görüleceği üzere, Türkiyenin Batı dışındaki alternatif arayışlarına karşı sadece ordu müdahale etmeyecek, bir sivil toplum kuruluşu olarak TÜSİADda bu önemli misyonda yerini alacaktır.
Dünya Bankasının dayattığı ithal-ikameci politika çökmüştü
Petrol fiyatında 1973 krizinden itibaren 10 yıl içinde meydana gelen 16 katlık artış, çoğunluğu tarım ürünlerinden oluşan ihracatımızın azalmasına sebep oldu. Bülent Ecevitin başbakanlık yaptığı 1979da, ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 30’lara kadar düştü. Türkiyenin kredibilitesinin tükenmesi dolayısıyla, yurt dışı satıcılar ithalatta akreditifin yerine peşin ödeme şartını koştular. İhracatçı ülke bankalarının Türkiye bankalarının akreditiflerini kabul etmemesi ve nakit talep etmesi sonucunda düşülen durumu Demirel Türkiye 70 sente muhtaç diye tanımlamıştı. İthalat yapılamaması dolayısıyla imalat sanayii düşük kapasite ile çalışıyor, temel ihtiyaç ve tüketim maddeleri ancak karaborsadan temin edilebiliyor, elektrik kısıntıları süreklilik kazanıyor, benzin, margarin, ampul, likit gaz kuyrukları her geçen gün uzuyordu. Bu krizi 1970lerin sonlarına doğru yaşanan ideolojik kutuplaşma ve hükumet değişiklikleri daha da sarsıcı hale getirmişti. 1978-1980 yılları arasında dış borç geri ödemeleri sürdürülemez hale geldi. IMF ile yapılan anlaşma ile, dış borç faizleri tekrar anaparaya dönüştürülerek vadeleri 1980li yıllara yayılıp ertelendi.
1970li yılların sonunda, 1960 yılında Dünya Bankasının patronajında uygulamaya konulan planlı ithal-ikameci kalkınma politikası tüm dünyada olduğu gibi Türkiyede de iflas etmişti. Petrol fiyatlarının olağanüstü artması petrolü bulunmayan gelişmekte olan ülkelerde enflasyonist eğilimleri artırdı ve dünya ticaretinin gelişme hızını yavaşlattı. Bu ülkeler, ihracatını bir şekilde artırmak için sık sık devalüasyon yapmaya mecbur kaldılar. Öyle ki, gelişmekte olan ülkeler dış borçlarını ödemek bir yana, borçlarının faizlerini bile ödeyemez duruma düştüler. 1970li yılların sonunda Dünya Bankası politika değişikliğine gitmek mecburiyetinde kaldı. Artık, uygulanmasına öncülük ettiği kalkınmacı ithal-ikamesi politikası yerine, üye ülkelerden sınaî ve tarımsal kapasitelerinin kullanımını geliştirecek ve orta vadede sınaî ve tarımsal ihracatı arttıracak tedbirler aracılığıyla ödemeler dengesini iyileştirmeyi sağlayacak strateji ve ilkelerin uygulanmasını talep etmeye başladı.
Türkiyenin ödemeler dengesi krizi nedeniyle artık ekonomi politikalarımızda etkili olan kuruluş, Dünya bankası değil IMF olmaya başladı. Bu ikilinin dünya sistemi içindeki yerini ve rolünü bilmek, bu kurumlara göbekten bağlı olan bizim sanayi burjuvazimizin politik yönelimlerini de anlamak bakımından önem taşımaktadır.
Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF), 1944 yılında Bretton Woods sisteminin tamamlayıcı parçaları olarak kuruldular ve Birleşmiş Milletler sistemi içinde yer aldılar. Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında organize edilen bu sistemin özü, 2.Dünya Savaşından sonra bütün bir dünyayı pazar haline getirmek isteyen batı sermayesine pazar olacak ülkelerin alım gücünü artıracak alanları kredilendirmeyi ve satıcı ülkelerin alacaklarını garanti altına almayı sağlamaktı. Bu amaca hizmet etmek üzere Dünya Bankasının görevi, pazar haline getirilecek ülkelerin belirli sektörlerde reform yapmalarını veya belirli projeleri uygulamalarını sağlamak üzere teknik ve mali destek vermek, uzun vadeli kredilerle ekonomik kalkınmayı sağlamak, dolayısıyla pazar ülkenin dış alım gücünü artırmaktı. IMFnin görevi ise, pazar ülkelerin gelişmiş ülkelere olan borçlarını zamanında ödeyebilmesini temin edecek politikalar geliştirmek, ödemeler dengesi sıkıntılarını çözmek için bunlara kısa ve orta vadeli krediler temin etmek, hükumetlere ve merkez bankalarına uymaları zorunlu tavsiyelerde bulunmaktı. 1970li yılların sonundan itibaren kalkınmakta olan ülkelerde yaşanan ödeme krizi IMFyi uluslararası kriz yöneticisi pozisyonuna oturttu. Kredilendirdiği ülkelere standart neoliberal politika paketleri dayatan IMFnin aynı zamanda bu ülkelere ağır siyasi şartlar dayatması ve bu amaçla uluslararası finansal krizleri bir manivela olarak kullanması ciddi şekilde eleştirilmesine yol açtı.
Türkiye bu iki kuruma 1947de üye oldu. 1950-2003 yılları arasında proje, sektörel, yapısal destek ve uyum nitelikli 160tan fazla kredi anlaşmasıyla Dünya Bankasından yaklaşık 21 milyar ABD doları miktarında kredi aldı. Türkiye 1950-2003 yılları arasındaki süre içinde Dünya Bankasından en çok kredi sağlayan ülke oldu. Türkiyenin IMFyle olan ilişkisi ise, ödeme sıkıntısına düştüğü dönemde, 1961 yılında aldığı Stand-by kredisi ile başladı. 1961-2005 yıllarında 50 milyar ABD dolarına tekabül eden 45 milyar SDR (Özel Çekme Hakları) tutarından yararlandı. Türkiye, 1961-1994 yılları arasında IMFnin mali destek sağladığı 64 ülke içinde en çok kredi çeken ülke oldu.
TÜSİAD ilk defa hükumet deviriyor
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, 1980 öncesi izlenen ithal ikameci kalkınma politikalar nedeniyle az gelişmiş ülkeler uluslararası finans kurumlarına çok fazla borçlanmış, fakat bu borçlarını ödeyemez duruma gelmişlerdi. Azgelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelere borçlarını ödeyebilmeleri için Dünya Bankası ve IMF bu defa azgelişmiş ülkelere, ihracata dayalı bir ekonomik model ile ödemeler dengesini sağlayacak sıkı para politikaları uygulanmasını öngören istikrar programı dayatmaya başladı.
Dünya Bankasının politika değişikliği Türkiyede, TÜSİADın 1979 yılında Ecevit hükumetini uyaran dört ilanı ile hayata geçirildi. Bu ilanların teması, Dünya Bankasının yeni politikalarıyla örtüşüyordu. İlki 13 Mayıs 1979da yayımlanan ilanların başlıkları şöyleydi:
– Gerçekçi çıkış yolu,
– Ulus bekliyor,
– Yokluğu paylaşmak mı, bolluğu sağlamak mı?
– Refahın ve hürriyetin düşmanı: Enflasyon.
Hazırlanan ilanları Nejat Eczacıbaşı, Sıkıyönetim Komutanlığına götürmüş, yayın için askerin izni alınmıştı. Bu ilanları müteakiben Ticaret ve Sanayi Odaları Meclisi de hükümeti kamuoyu önünde uyarınca buna kızan Ecevit, “Bu devlet, işadamlarının muhtırası ile hükümet kurmaz, hükümet düşürmez, bu ülkede halkın dediği olur, halkı sömürenlerin değil… TÖB-DER ve POL-DER siyaset yaparsa suç, sanayici kuruluşlar siyaset yaparsa suç değil, olmaz öyle şey. Hepsini savcılığa vereceğim…” diyecekti.
Ancak, 14 Ekim 1979da 5 ilde yapılan ara seçimlerde CHP hiçbir sandalye kazanamayınca, Bülent Ecevit Hükumeti 16 Ekim 1979da istifa etmek zorunda kaldı. Kamuoyunda, bu hükumeti istifa ettiren asıl gücün TÜSİAD olduğu kanaati hakim oldu.
24 Ocak Kararları ve Neoliberal ekonomiye geçiş
12 Kasım 1979da Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel 43. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini kurdu. Bu, MSP ve MHP’nin dışardan desteklediği bir azınlık hükümetiydi. Bu hükûmetin akıllarda kalan icraatı 24 Ocak Kararlarını almasıydı. Başbakanlık müsteşarı Turgut Özalın yönetiminde uygulamaya geçirilen 24 Ocak istikrar programı, o dönem dünyada yaygın olarak kullanılan IMF politikalarından oluşan bir istikrar programıydı. Program ilke olarak; KİTlerin sübvanse edilmesine son verilmesi, reel ücretlerin düşürülmesi, sıkı para politikalarıyla enflasyonun kontrol altına alınması, devalüasyon yapılarak ihracata yönelik bir birikim modelinin önünün açılması, yatırıma ayrılan kaynakların azaltılarak büyüme hızının aşağı çekilmesi, kamu mallarına zam yapılması, kamunun piyasadan çekilerek özel sektörün önünün açılması gibi ortodoks IMF politikalarıyla paralellik teşkil ediyordu.
43. Süleyman Demirel Hükûmeti, 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile devrildi. Ancak darbe yönetimi 24 Ocak kararlarına müdahale etmediği gibi bu politikaları destekledi. Vehbi Koçun Kenan Evrene bir mektup yazarak ekonomi yönetimi için tavsiye ettiği Özal, darbeden sonra kurulan hükümetin ekonomik işlerden sorumlu başbakan yardımcısı olarak görev yaptı ve ekonomik programı kesintisiz uyguladı. Sanayi ve Teknoloji Bakanı Şahap Kocatopçu, Bayındırlık Bakanı Tahsin Önalp, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakan Fahri İlker gibi isimler kabinede iş dünyasının temsilcileri olarak yer aldılar.
12 Eylül askeri rejimi, 24 Ocak Kararlarının uygulanabilmesi için gereken siyasal-toplumsal çerçeveyi sağladı, sendikalar başta olmak üzere toplumun pek çok kesiminden gelecek tepkileri baskı altına aldı. Bazı iktisatçılara göre 12 Eylül darbesi Türk ekonomisini küresel sisteme entegre etmek için yapılmıştı.
Yeni sistem, ilk önce vadeli mevduat ve kredi faizlerinin serbest bırakılması ile uygulanmaya başlandı. Bu dönemde, bankerlerin başlattığı faiz yarışı 1982 yılı içinde büyük bir finansal kaosa yol açtı. 1982 sonunda bankerler ile bazı küçük bankalar iflas edip piyasadan çekildi. Banka sahibi büyük sermaye, artan kredi maliyetlerini karşılayamayan çok sayıda işletmeyi ele geçirerek genişledi. Banker skandalları, Turgut Özalın Bülent Ulusu hükumetinden ayrılmasına sebep oldu.
12 Eylül askeri döneminden parlamenter rejime geri dönüş için TÜSİAD, biri merkez sağda diğeri merkez solda olmak üzere iki partili bir siyasi düzen tasarlıyordu. Bu konuda askeri rejimle aynı fikre sahipti. Bu projeye uygun olarak sağ seçmene hitap etmek üzere emekli orgeneral Turgut Sunalpe Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP), sol seçmene hitap etmek üzere Necdet Calpe Halkçı Parti (HP) kurduruldu. Turgut Özalın ayrı bir siyasi parti kurarak seçime gitmesine TÜSİAD soğuk baktı. Fakat 6 Kasım 1983te yapılan seçimi, % 45 oy alan Turgut Özalın ANAPı kazandı ve hükumeti kurdu.
ANAPın kuruluşuna soğuk duran TÜSİAD ile Özal arasındaki buzlar uzun süre erimedi. TÜSİADa hâkim olan birinci kuşaktan büyük işadamları karşısında Özal, kendi organik sermayedar grubunu oluşturmayı ve onları kollamayı tercih etti. Daha çok dışa dönük iş yapan müteahhit, ihracatçı ve finans kesimlerinden oluşan işadamları grubuna kol kanat geren, onlarla dayanışma gösteren Özal, geleneksel TÜSİADın yönetimindeki işadamlarını sindirmekten de geri kalmadı. Bu bilek güreşi, bu kesimin bir süre sonra Özala karşı Demireli ve partisi Doğru Yolu desteklemesine ve bu partiyi 1980lerin sonlarında iktidara getirmesine kadar uzadı.[3]
Özalın iktidar dönemi aynı zamanda, fakir halk kesimini rahatlatacak ve zenginleştirecek uygulamaların da yapıldığı dönem oldu. Ücretliye vergi iadesi, Fak-Fuk-Fon gibi uygulamalarla bu kesime doğrudan para aktarıldı. Öte yandan, gecekondulara yasal statü sağlayan tapu tahsis belgeleri, imar afları ve imar izinleri ile gecekondu bölgelerinde yaşayan kesime imar rantlarının aktarılması sağlandı. Özal, fakir halk kesimi ile zengin sınıf arasında yer alan ortadirek diye tanımladığı kesimin güçlenmesini hedef olarak koymuştu.
Özal döneminde, yeni geçilen neo-liberal politikalara uygun olarak büyük sermayenin sermaye birikimini sağlamak üzere maliye politikasında düzenlemeler yapıldı. Kurumlar vergisinde şirketler lehine bir dizi istisna ve muafiyet getirildi, yine sermaye lehine servet beyanı kaldırıldı, 1985 yılında yürürlüğe konulan ve nihai tüketicinin vergilendirilmesi esasına dayanan katma değer vergisi ile asıl vergi yükü tüketiciye kaydırıldı. Amaç, sermayenin maliyetlerini azaltarak rekabetçi hale gelmesini sağlamaktı.
Sermaye Hayali İhracatı keşfetmişti
1980 sonrası ithal ikamesi politikalarının terk edilmesinin ardından, ihracata yönelik dışa açık bir büyüme modeli hedeflenmişti. Bu modele geçişle birlikte, iç pazara tüketim malları üretip satmakta olan büyük sermaye kaynaklarını yeni alanlara kaydırdı. Turizm, konut sektörü, finans, ihracat onlar için cazip alanlar haline gelmişti.
Turgut Özal başbakan olduktan sonra, 1984 başından itibaren Serbest Piyasa Ekonomisine geçişi sağlayacak bir dizi kanuni düzenlemeler gerçekleştirdi. İhracat, teşviklerle artırılmaya çalışıldı. İhracat kredileri, KDV iadesi, ihracatta kurumlar vergisi istisnası, kaynak kullanımını destekleme fonu, destekleme ve fiyat istikrar fonu, ihracatı desteklemek için sağlanan teşviklerdi. İhracatı teşvik mekanizması ile ihracatçıya, ihracat bedelinin ortalama % 40-44 ü oranına tekabül eden gelir sağlanarak ihracat artışı gerçekleştirilmeye çalışılıyordu. Nitekim, 1980de 3 milyar dolar olan ihracat 1990da 13 milyar dolara ulaşmıştı.
1980li yılların sonuna kadar ihracat teşviklerinden en büyük payı, her zaman olduğu gibi, büyük sermaye grupları aldı. Bu dönemde ihracat hamlesinin temel aktörleri olan dış ticaret şirketlerinin tamamına yakını holdinglere bağlı kuruluşlardı. Bunlar; Ram (Koç), Çukurova, Tekfen, Penta, Enka, Tekstil Sanayii, Exsa (Sabancı), Çolakoğlu, Edpa (Akın), Süzer, İzdaş, Meptaş (Metaş), Sodimpek, Yaşar, Temel (STFA), Kibar, Borusan, Akpa (Dinçkök), Diler, Ekinciler, Mepa, Fepaş (Feniş), Okandı.
Ancak, 1980li yıllarda yapılan ihracatın bir kısmının hayali ihracat olduğu ortaya çıktı. Daha fazla ihracat teşvikinden faydalanmak isteyen ihracatçılar, ihraç ettikleri malların cinsinde ve miktarında oynayarak hak ettiklerinden daha fazla KDV iadesi ve destekleme primi aldılar. Dünya Bankası 1981 yılında Türkiyede gerçekleşen ihracatın % 14ünün hayali olduğunu açıklarken, IMF 1984-1987 yılları arasında gerçekleştirilen ihracatın %24ünün hayali ihracat olduğunu öne sürdü. Hayali ihracat furyasının ayyuka çıkması dolayısıyla kamuoyunda yükselen tepkileri dindirmek ve büyük sermayeyi korumak için her zaman olduğu gibi bir kurban bulundu. Kurban, Samsunlu Menteşeoğlu grubuydu. Hayali ihracatın bütün sorumluluğu bu gruba yıkılarak kamuoyu baskısı giderildi ve inceleme harici tutulan büyük sermaye hayali ihracattan temize çıkarıldı. Vergi incelemeleri ile yok edilen bu grubun tepe ismi Mehmet Menteşeoğlu inceleme elemanlarına Biz ne öğrendiysek büyüklerden öğrendik. Ancak onlara dokunamayanlar bizi kurban seçtiler demişti. Türkiyede usul böyleydi. Nitekim, 1999 Ağustos depreminde yıkılan binlerce çürük binayı yapan holdingler de sorumluluktan sıyrılmış, asıl işi bina yapmak değil gayrimenkul pazarlamak olan Maraşlı Veli Göçer kurban seçilerek bütün yıkımların faili olarak fatura ödetilmişti.
Tutarı tam olarak bilinmemekle birlikte, bir çalışmada 1984-1991 döneminde hayali ihracatın gerçekte 9.726 milyon dolar, haksız olarak ödenen toplam vergi iadesinin ise 879.75 milyon dolar olduğu hesaplanmıştır.[4] Ancak sermaye burjuvazisi, hayali ihracattaki payı dolayısıyla hiç sorgulanmadı. Bunda en büyük sorumluluk, burjuvazinin kontrol altında tuttuğu medyaya aittir.
Holdingler banka sahibi olmak için kıran kırana mücadeleye girdiler
Sermaye grupları 1980den sonra kıyasıya banka sahibi olma yarışına girdiler. 1980 sonrası faiz oranları hızla artmaya başlayınca, holdingler bağlı şirketlerine uygun faizle fon bulabilmek için kendi bankalarına sahip olma yoluna gittiler. 1980lerin başında banka kurmanın serbest olmaması dolayısıyla sermaye grupları, bir yandan yerel bankaları satın alıp milli bankalar haline getirirken, diğer taraftan birbirlerinin bankalarını ele geçirmeye çalıştılar.
1980lerin ikinci yarısından itibaren bankacılık sektörüne girişler neredeyse serbest bırakıldı, Türk bankacılık sistemine aşırı ölçüde kuralsızlık hakim oldu. Diğer ülkelerde banka sahiplerinde birçok özellik aranırken ve bankalar sıkı sıkıya denetlenirken biz de tam bir başıboşluk yaşandı. Banka kurmanın kolaylaştırılması, faiz oranlarının serbestleştirilmesi ve finansal işlemlerin hacim ve hızının artması sermaye gruplarını kendi bankalarını kurmaya teşvik etti. Bu dönemde, yeni banka kurmanın yanı sıra yabancı bankalara ortak olmak da banka sahibi olmanın yollarından birisi olarak kullanıldı.
Holdingler yatırımcı olmayı bırakıp finansçıya dönüştüler
1989 sonrası dönemde, kamu kesimi borçlanma ihtiyacının hızla artması karşısında hükumet kamu açıklarının borçlanma ile finanse etme politikasını tercih etti. 1989da yürürlüğe giren 32 sayılı kararla, sermaye hareketlerinin dış liberizasyonu sağlandı ve uluslararası finansal sermayenin Türkiye’ye giriş ve çıkışına konan her türlü kısıtlamalar kaldırıldı. Sermaye hareketlerinin serbest bırakıldığı bu ortamda para (faiz) ve döviz kuru politikaları birbirine bağlandı ve Merkez Bankasının rolü genişledi. Döviz kurunun ucuz tutulması kısa vadeli sermaye girişlerini canlandırdı ve kısa vadeli sermaye girişleriyle rezervlerde artışlar oluştu.
Kamu açıklarının borçlanma ile finanse edilmesi politikası, yurtiçi piyasalarda reel faizleri yükseltmişti. Bankalar reel üretimi finanse etmeyi bırakıp, devlete borç vermeye yöneldiler. 1987-1999 döneminde bankalardan yapılan iç borçlanma, toplam iç borçlanmanın %72-93ü arasında değişiyordu. Bankalar açısından devlete borç vermek düşük riskli, yüksek kârlı bir iş haline gelmişti. Artık bankalar normal bankacılık yapmıyor, bilançolarında sadece Devlet İç Borçlanma Senetleri bulunduruyorlardı. Devlet tahvillerinin yüksek getirileri sayesinde birçok büyük sanayi işletmesinin kârı, faaliyet dışı gelirlere (faiz gelirine) dayanıyordu.
Büyük sermaye Özala düşman olmuştu
Serbest piyasa ekonomisine geçilmesiyle birlikte Türk burjuvazisi, verilen pek çok teşvik ve sübvansiyonla servetini birkaç kat artırmıştı. Ancak, bu kesim Özalı hiç sevmemişti. Onun dindar kimliğinin yanısıra, partisinde dört eğilimi (solcu, liberal, milliyetçi, dindar) birleştirmiş olması, uyguladığı politikalarla KOBİleri desteklemesi ve organize sanayi bölgeleri oluşturularak küçük sanayicileri büyütecek vasatı oluşturması, Anadolunun muhafazakâr menşeli küçük sanayicilerinin kendilerini politik sahada daha fazla temsil etmeye başlamaları, bu sermaye sınıfını ziyadesiyle rahatsız etmişti. Holdinglerin sahibi bulunduğu gazetelerin manşetinden bu rahatça görülüyordu.
Başbakan Özal gazetelere verilen yüksek sübvansiyonları kaldırmak istiyordu. Başbakanın özel kalem müdürü Feyzi İşbaşaranın anlattığına göre, medya patronları bu konuyu görüşmek üzere başbakandan randevu talep etmişlerdi. Özal, (8 Mart 1989 günü) Harbiye Orduevi’nin 18. katında medya patronlarıyla buluştu. Bu tartışmalı toplantıda Erol Simavi masaya yumruğunu vurup “Sen kim oluyorsun da sübvansiyonu kaldırmaya kalkıyorsun” diye çıkışmış, odayı terk ederken başbakanı “Bunun hesabını vereceksin” diye tehdit etmişti. (Bu toplantıya ilişkin anlatımların bir başka versiyonunda, kendilerinin bilgisi dışında Asil Nadirin toplantıya davet edilmesine bozulan Erol Simavinin başbakana, Hürriyeti Asil Nadire satayım sana da % 10 komisyon vereyim diye hakaret ettiği ifade edilmektedir.) Bu olaydan sonra Hürriyet Gazetesi sahibi Erol Simavi, biri 18 Nisan 1988, diğeri 3 Mayıs 1988 tarihli olmak üzere Özala hitaben gazetesinde iki açık mektup yayınladı. Erol Simavi, 3 Mayıs 1988 tarihli Hürriyet Gazetesinde, Basın için dünyada dördüncü kuvvet derler. Bu söz Türkiye için geçerli değil. Birinci kuvvet Türkiyede ordu mu? Hayır Basındır İkincisi ordudur Çünkü orduyu, ihtilallere basın hazırlar. cümleleriyle başbakana haddini bildiriyor ve tehdit ediyordu.
Kamuoyuna yansıyan bu kavgadan yaklaşık iki ay sonra, 18 Haziran 1988 yılında Başbakan Turgut Özal’a ANAP olağan genel kongresinde, kontrgerilla tarafından eğitilmiş olan Kartal Demirağ tarafından suikast düzenlendi. Bu suikastin ardında Hürriyet Gazetesinin sahibi Erol Simavinin olduğuna ilişkin iddialar yaygınlık kazandı. Sabah gazetesinin eski patronu Dinç Bilgin verdiği bir röportajda, “Özal ve Simavi Orduevi’ndeki bir toplantıda tartışmışlardı. Erol Simavi Hürriyet’i satar satmaz Ankara’ya gidip Ordu Yardımlaşma Vakfı’na 200 bin dolar civarında yardımda bulundu. Bence bu ilginç bir nokta” diye imada bulunmuştu (Taraf, 23.09.2010).
Bu suikast teşebbüsünden sonra da medya merkezli ilginç başka gelişmeler olmuştu. Özal kabinelerinde bakanlık yapan Vehbi Dinçerler, bu suikastten sonra 13 medya patronunun Özal’a bir ültimatom verdiğini şöyle anlatıyordu: Mehmet Keçeciler’i teşkilat başkanlığından alacaksınız yoksa Türkiye’yi başına yıkarız’ dediler. Doğan Grubu, Sabah Grubu vb. 13 patron geldi. O akşam Turgut Bey Keçeciler’i feda etti, genel başkan başyardımcısı yaptı. Çünkü, Keçeciler şeriatçıdır, teşkilatı şeriatçılarla dolduruyor’ diyorlardı. İrticaa yatkın insanlarla dolduruyor, güçlendiriyor’ diye yayınlar yapıyorlardı. O tutum bizim kırılma noktalarımızdan biridir, maalesef. (Aksiyon, 28 Mart 2011)
Holding medyası, tehditle ANAP içerisindeki muhafazakar kafaları koparmaya başlamıştı. Özala ANAPın bu kimliğini terk etmesi için baskı yapıyorlardı. 12 Eylül askeri rejimin ardından, iki partili bir siyasi model tasarlayan burjuvazinin projesini bozması ve yeni bir parti kurarak iktidar olmayı başarması dolayısıyla büyük sermaye Özala başından beri kızgındı. Bu iktidar döneminde, kendilerine rakip yeni işadamlarının ortaya çıkması ve Özaldan himâye görüyor olmaları da onların canlarını sıkıyordu. Bunlara ilaveten, ithalatı kolaylaştıran, gümrükleri azaltan 8-9 Ağustos 1989 tarihli kararların alınması büyük sermayeyi iyice çileden çıkardı. Büyük sermaye, kararların ülkedeki sanayiye ve üreticiye darbe olduğunu iddia ederek aleni şekilde Özala karşı muhalefete geçtiler. Serbest ithalatın açılması ile Türk halkı artık, sermaye burjuvazisinin kendisine sattığı malların yurt dışındaki muadillerine erişme ve kıyaslama yapma imkanına kavuşuyordu. Büyük sermayenin tekel oluşturarak Türk halkına sattığı malları ekonomist yazar Süleyman Yaşar bir yazısında şöyle tasvir ediyordu: Motoru sürekli su kaynatan kalitesiz arabalar bu ülke insanına dünya fiyatlarının beş katına, çalışırken yürüyen çamaşır makineleri, bir türlü net görüntü vermeyen televizyonlar dünya fiyatlarının on katına satıldı.
Koç Holdingin sözcüsü, yerel seçimlerde hükümete destek olmamalarının 8-9 Ağustos 1989 tarihli kararların alınmasında önemli payının olduğunu belirtmiş ve tepkisini “bu kararların altında öfke var” diyerek ifade etmişti. Siyasi yasağı kalkan DYP lideri Demirel de, “kararlar ekonomi için tahrip edicidir. Ülkede bir avuç sanayi vardı bu kararlar onları da tahrip edecektir” sözleriyle büyük sermayeye destek verdi. Özal karşıtlığında birleşen sanayi burjuvazisi ile Demirelin işbirliği bundan böyle artarak devam edecek ve 28 Şubatta zirveye ulaşacaktır.
Başbakan Turgut Özal, 31 Ekim 1989 tarihinde yapılan oylama ile Türkiye Cumhuriyeti’nin 8’inci Cumhurbaşkanı seçildi. Yerine Yıldırım Akbulut başbakan oldu ve 23 Haziran 1991e kadar devam eden 47.Hükumetin başbakanlığını yürüttü. Muhafazakar kimliği ile bilinen Akbulutu itibarsızlaştırmak için, başbakanlığı süresince, holding medyasında onu küçük düşüren fıkra üretme kampanyaları sürdürüldü.
Muhafazakar kesimin iş ve siyaset sahasında görünürlüğünün artması TÜSİADı endişeye sevk etmişti. 1990 yılında, Zekai Baloğluna “Türkiye’de Eğitim Sistemi” adlı rapor hazırlatarak, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a sundular. 28 Şubatın işaret fişeği olan bu raporda; İmam Hatiplerin orta kısmının kapatılması, üniversiteye gidişlerinin engellenmesi, halkın Kur’an kursu ve İmam Hatiplere yardım yapmasının önlenmesi ve İmam Hatiplerin zamanla eğitim sistemi içerisinde eritilerek ortadan kaldırılmasına varacak önlemlerin alınması isteniyordu. Özal, bu raporu Siz işinize bakın, biz işimize bakalım diyerek dikkate almadı. Kendilerini ciddiye almayan bu tavır TÜSİADı iyice öfkelendirmeye yetmişti.
Yıldırım Akbulutu fıkralar üreterek itibarsızlaştırma kampanyasından sonra bu defa hedefe Cumhurbaşkanı Turgut Özal oturtulmuştu. Yıldırım Akbulut hükumeti döneminde Genel Maden İş Sendikası genel başkanı Şemsi Denizerin liderliğindeki binlerce Zonguldak maden işçisinin aileleri ile birlikte Ankaraya doğru 5 günlük yürüyüşünde, ilginç biçimde hükumet değil, cumhurbaşkanı hedef alınmıştı. Yürüyüş sırasında atılan ”Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı”, ”Vur vur inlesin Çankaya dinlesin” sloganları bunu açıkça gösteriyordu. 28 Şubat 1997 sürecinde, TÜSİADın organizasyonuyla Türk-İş ve DİSKin Refah-Yol hükumetini devirmek için seferber edilmesi gibi, bu defa sendikalar icra makamında bulunmayan cumhurbaşkanını yıpratmak için yürüyüşe geçirilmişti.
Turgut Özalın cumhurbaşkanlığı sırasında Demirel, Özal hakkında nezaket kurallarını hiçe sayan bir dil kullanıyor, Çankaya, gaflet, dalalet ve hıyanet içindedir. (Cumhuriyet, 23 Mayıs 1990). Şeref ve haysiyet celladı. (Milliyet, 5 Eylül 1991) Çankaya sakini. (Cumhuriyet, 23 Mayıs 1990) gibi aşağılayıcı ifadeler kullanıyordu. Süleyman Demirelin ürettiği Çankayanın Şişmanı ifadesi, medyanın en tuttuğu tanımlama olmuştu. Bu dönemde Özalı Çankayadan indirme projesi olduğu, Deniz Baykalın Özal’ı Çankaya’dan indirmek için her türlü girişime destek vereceğiz. (Sabah, 22 Mart 1990) açıklamasında görülüyordu.
15 Haziran 1991’de yapılan ANAP kongresinde, ”ANAP’ın tarikat ve cemaatlere ihtiyacı yok” sözleriyle medyanın desteğini arkasına alan Mesut Yılmaz parti genel başkanlığı seçimini kazandı. Mesut Yılmaza karşı genel başkanlığı kaybeden Başbakan Yıldırım Akbulut istifa etti. Gazeteci Ergun Babahan Sabah Grubu olarak Mesut Yılmaza verdikleri bu desteği şöyle anlatmıştı, “ANAP kongresinde de biz SABAH olarak yandaş olmuştuk. Yıldırım Akbulut’a karşı Yılmaz’ı desteklemiştik. Kongreden bir gün önce Yılmaz’ın ailesiyle fotoğrafını 7 sütuna büyütmüş ve ‘Yeni başbakanı tanıyalım’ manşeti atmıştık. Medyanın Mesut Yılmazı desteklemesinin sebepleri; parti içindeki muhafazakâr unsurları tasfiye etmek, Cumhurbaşkanı Turgut Özalın kurduğu parti üzerindeki hakimiyetini ve dolayısıyla ANAP hükumetlerindeki yönlendirici etkisini yok etmek ve onu Çankaya köşkünde yalnızlaştırmaktı. Nitekim bütün bunların adım adım gerçekleştiği görülecekti.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Mesut Yılmaz’ı hükümeti kurmakla görevlendirdi. Mesut Yılmaz iş başına gelir gelmez, arkasına aldığı medya rüzgarıyla yine tek başına iktidar olacağını hesaplayıp erken seçime gitme kararı aldı. 20 Ekim 1991’de yapılan erken genel seçimler de Süleyman Demirelin DYPsi % 27,3 oy alıp birinci parti olurken, ANAP % 24,01 oy alabilmişti. Mesut Yılmazın seçim kaybetmesinde, 1991 yılında yaşanan Körfez krizi sebebiyle 2,6 milyar dolar civarındaki yabancı sermayenin Türkiyeyi terk etmesi, turizm gelirlerinin düşmesi ve Irakla petrol ticaretinin durdurulması gibi nedenlerle ekonominin sıkıntıya girmesi etkili olmuştu. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 7 Kasım 1991’de hükümeti kurma görevini DYPnin Genel Başkanı Süleyman Demirel’e verdi. Süleyman Demirel ile Erdal İnönü 47. Hükümeti, bir DYP-SHP koalisyonu olarak kurdular. DYP-SHP koalisyonu Çankaya’yı tamamen devre dışı bırakan bir politika takip etti. Cumhurbaşkanının verdiği resepsiyonlara bile katılmadılar.
Turgut Özalın şüpheli ölümü ve geriye dönüş
Türk sanayi burjuvazisi ve elit kesimi, sıkı laik, batı eğitimli cumhuriyetçi seçkinlerden oluşuyordu. Onlar için batı değerlerini transfer etmek ve halkı batıya entegre edecek şekilde eğitmek bir medeniyet projesiydi. Onların dünyasında, Batı dünyasıyla tek yönlü bağımlılık ilişkisi dışındaki her türlü yöneliş rejimin tehlikeye düşmesini ifade ediyordu. Zaten burjuvazi, bir önceki yazımızda anlattığımız üzere, Dünya Bankası aracılığı ile seçilmiş ve zenginleştirilmiş özel bir sınıftı. Kendilerini o dünyaya ait görüyorlardı.
1983ten itibaren iktidarı elinde bulunduran Turgut Özal ve çevresi, bu tek yönlü bağlılığın dışına çıkıp, alternatifli ve çok boyutlu imkânlar sunan bir dış politika ve ekonomik ilişkiler stratejisi izlemeye başladı. Bu strateji, bir yandan Avrupa ile ilişkileri artırarak Türkiyenin NATO ve Amerikaya olan bağımlılığını azaltmaya, diğer yandan Doğuya yönelerek Türkiyenin Batıya mutlak bağımlılığını azaltmayı hedefliyordu.
Özal, iktidarın ilk yıllarında, tarihi bağlarımızın bulunduğu Ortadoğu ve Asyadaki İslam ülkelerine yöneldi. Ekonomik işbirliği kurma gayretleri sonucunda, bu ülkelere olan ihracat arttı.1980 ortalarında kurulan özel finans kurumlarının da katkısıyla Ortadoğu sermayesinin ülkeye girişinde artışlar oldu. Pakistan (Habib Bank), İran (Bank Mellat), Kuveyt (Kuwait B.C.S.), Suudi Arabistan (Saudi American Bank) ve Bahreynden (Bank of Bahrain) bankalar Türkiyede şubeler açtılar. Bu bankalar ve daha sonra Türkiyede kurulan diğer özel finans kurumları, faiz hassasiyeti bulunan Müslüman işadamlarının kredi problemlerine çözüm üreterek, onların iş dünyasında gelişmelerine yol açacaktı. 1981de, Îslam Konferansı Teşkilâtının İktisâdî ve Ticârî İşbirliği Dâimî Komitesinin (İSEDAK) Türkiye tarafından yönetilmesi bu işbirliğini artırmıştı.
Yine bu dönemde Türkiye, İran-Irak savaşında aktif tarafsızlık politikası güttü. Batının İran ve Libyayı izole etme politikasının aksine bu iki ülke ile ticari ilişkilerini geliştirdi. İsraile karşı düşük profilli bir dış politika izleyen Türkiye, Filistinliler tarafından sürgünde ilan edilen Filistin devletini ilk tanıyan ülkelerden biri oldu. Bu, Türkiyenin aldığı ilk İsrail karşıtı karardı.
1991de Sovyetlerin yıkılması ile birlikte, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan bağımsız devletler olarak ortaya çıkmıştı. Bu dönemde Özal, “Adriyatik ten Çin Seddi’ne kadar Türk Dünyasının birliği diye ifade ettiği bir strateji geliştirmeye çalıştı. Özalın cumhurbaşkanlığı döneminde bu ülkelerle Türkiye arasında değişik alanlarda 300ü aşkın antlaşma imzalandı.
Özalın fikir babalığını yaptığı bir diğer bölgesel işbirliği projesi, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ve Ekonomik İşbirliği Örgütüydü. 25 Haziran 1992de İstanbulda kurulan örgüt, Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Moldovya, Arnavutluk, Yunanistan, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve Ukrayna tarafından kurulmuştu. Daha sonra beş ülke (Polonya, Tunus, İsrail, Slovakya ve Mısır) ortak üye olarak kabul edildiler.
Turgut Özal, Türkiyeyi çok yönlü ve alternatifli bir eksene oturtma gayesiyle yaptığı son girişim 5 ülkeyi kapsayan 12 günlük Türkistan gezisiydi. Turgut Özal, bu gezinin ardından 17 Nisan 1993’te şaibeli bir şekilde öldü. Kürt meselesinin askeri yöntemlerle çözülmeyeceğini tespit edip, sivil çözümler üzerinde politikalar geliştirmesinin de bu ölümde payı olduğu hep düşünüldü.
Netice olarak, Adnan Menderes, Turgut Özal ve Necmettin Erbakan Türkiyeyi tek eksene mahkûm olmaktan çıkarmak için mücadele ettiler. Ancak karşılarında, Batıya göbekten bağlı bir sermayeyi ve onların işbirlikçisi elitleri buldular ve hep bedel ödediler. Tarihi bir bütünlük içerisinde bakıldığında, Mayıs-Haziran 2013 Gezi Parkı olaylarıyla ortaya çıkan ilişkilerin ve işbirliğinin de bu çatışmanın bir devamından ibaret olduğu gün gibi ortadadır.
Yazımızın son bölümünde, 28 Şubat Post Modern Darbesini ve büyük sermayenin bu darbedeki hâkim rolünü anlatmaya çalışacağız.
[1] Cüneyt AKALIN, Askerler ve Dış Güçler-Amerikan Belgeleriyle 27 Mayıs Olayları; Cumhuriyet Kitapları, İstanbul-2000.
[2] Sinan TAVUKCU, Eksen Değişikliği Can Yakar: İki Örnek Olay, http://www.haber10.com/makale/20384/#.Ukfv2JL7qy4
[3] Mustafa SÖNMEZ, Türkiyede İş Dünyasının Örgütleri ve Yönelimleri,Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği
Türkiye Temsilciliği, İstanbul-2010, s.34.
[4] Müslüm BAL, Hayali İhracatın Boyutları, Gazi Üniversitesi, IIBF İktisat Bölümü Araştırma Görevlisi.
http://ekonomikyaklasim.org/pdfs2/EYD_V06_N18_19_A11.pdf
*Bu yazı 11 Ekim 2013 tarihinde Haber10 sitesinde yayınlanmıştır.