Okuma Süresi: 4 dakika

28 Şubat davasının açılması ile birlikte davanın esas olarak asker eksenli yürütülmesi kamuoyunun tepkisini çekmiştir. 28 Şubat post modern darbe sürecinde katkısı bulunduğu açık olan medya ve sermaye ayaklarının da bu soruşturmaya dâhil edilmesi yönünde ciddi bir kamuoyu beklentisi oluşmuştur. Nitekim 28 Şubat iddianamesinde, bu darbe süreci dolayısıyla Türkiye’nin ekonomik kaybının 330 milyar dolar olduğu iddia edilmiştir. Hakikaten, 28 Şubat post modern darbesi olarak adlandırılan bu darbenin ardından ülkenin profesyonelce soyulduğu ortaya çıkmıştır. Bu darbeden kazançlı çıkanlar, sahip oldukları medya gücü ile darbeye destek veren sermaye grupları olmuştur.

Gezi olayları ile ilk defa sahaya da indiğini gördüğümüz bu sermaye sınıfının zenginliğinin kaynağının, meşruiyetinin ve devletle olan ilişkisinin bilinmesi, bu sınıfın tercihlerini ve bundan sonra atacağı adımların kestirilmesini de sağlayacaktır.

Türkiye’de hâkim sermaye guruplarının siyasetle, silahlı-silahsız devlet bürokrasisi ve medya ile olan ilişkileri bir tür “sembiyoz ilişki” olarak gelişmiş ve devam etmiştir. Bu sermaye sınıfı varlığını ve devamlılığını, devlet ve siyaset mekanizmasına bağlı ve onsuz yapamaz biçimde, biyopsikososyal bir bütünlük sağlayarak gerçekleştirmiştir.

Beyaz Türk sermayesi de denilen hâkim sermaye gurubunun geçmişi temiz değildir. Bunların zenginliği, devlet eliyle yapılan operasyonlara bağlı servet aktarımına dayanır. Bu bakımdan hâkim sermaye sınıfı sürekli, sahibi olduğu sermayenin kaynağının sorgulanacağı ve bir gün elinden alınacağı korkusunu yaşamış, bahsedilen kaygılar onların kendi aralarında bir dayanışma içine girmesine toplumdan ayrı ve topluma yabancı bir sınıf olarak hayatiyetlerini devam ettirmelerine yol açmıştır.

Bahsettiğimiz bu sermaye sınıfına servet aktarımını, aktarıma konu servetin kaynağı itibariyle ikiye ayırmamız mümkündür. Bunlardan birincisi gayrimüslim vatandaşlardan yapılan ve çoğunlukla gaspa dayalı olan servet aktarımıdır. Diğeri ise, Marshall yardımı ile uluslararası sermaye ile ilişki kuran sermayeye, bu defa ekonomik ve hukuki düzenlemelerin sağladığı meşruiyetin gölgesinde Müslüman halkın varlıklarının aktarılmasıdır.

Bunlardan ilki, yani gayrimüslimlerden servet aktarımı, dört dönem halinde olmuştur.

1) Ermeni tehciriyle: Ermeni tehciri sonrasında Ermeni mülkleri doğuda Kürt derebeylerinin eline geçmiş, batıda beyaz Türkler bu servete konmuştur.

2) Rumların Mübadelesi ile: Mili Mücadele sonrası yapılan mübadeleler sırasında, bu defa Rumlara ait mülkler ve iş yerleri bu kesimin eline geçmiştir. Bu kesimler iktidar ile yakın iltisakı olan gruplardır.

3) Varlık Vergisiyle: 1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi ile, genel olarak gayrimüslimlerin tamamı, üzerlerine terettüp eden ağır vergileri ödemek için mülklerini ederlerinin çok altında satmaya mecbur edilmişlerdir.

4) 6-7 Eylül 1955 olayları ile: 6-7 Eylül 1955 olayları gayrimüslimlerden servet transferinin son merhalesini teşkil etmiştir.

Bu dönemlerde el değiştiren servet, ağırlıklı olarak Ermeni, Rum ve Yahudi olan gayrimüslim vatandaşlara ait servetlerdir.

Ermeni tehciri ve mübadele dönemindeki servetlere oransız biçimde el konulma hadisesi, yaşandıkları dönemde çok fazla dış tepkiye sebep olmamıştır. Bunun sebebi, Avrupa’nın İslamsızlaşması, Hilafetin kaldırılması karşılığında, Türkiye’nin de Müslüman olmayan unsurları tasfiye etmesine müsamaha gösteren İngiltere ile varılan mutabakattır. Bu serveti uhdesine geçiren zenginler, tek parti döneminde Millet Meclisi’nde de hâkim konumlarını korumuşlardır. İktidarı elinde tutan CHF (CHP), bu sınıfın servetinin siyasi ve ideolojik muhafızlığını yapmıştır.

O dönemde gazeteler eliyle pohophlanan aşırı milliyetçi duygularla Türkiye’nin en büyük düşmanları olarak bu ülkenin vatandaşları olan Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler gösterilmiş, dolayısıyla zorbalıkla servetlerin el değiştirmesine toplumda bir meşruiyet hatta destek kazandırılmıştır.

Servetin bu şekilde el değiştirmesi siyaset tarafından da benimsenmiş ve desteklenmiştir. Bugünlerde 90’ıncı kuruluş yılını kutlayan CHP’nin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu 11 Kasım 1942 tarihli Varlık Vergisi’nin amacını şöyle anlatmıştır:

“Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.” (Siyasi Anılar 1939-1954, Faik Ahmet Barutçu, Milliyet Yayınları, s.263)

Aynı günlerde Başbakan Saracoğlu gazetelerin genel yayın yönetmenlerini ve başyazarlarını Ankara’ya davet ederek, Varlık Vergisi’nin İstanbul basını tarafından desteklenmesini ister. Onlar da “Türkiye’nin kanını emen gayrimüslimler” aleyhine faşist bir yayın furyasına girişirler ve talimatın gereğini yaparlar. Demek ki, medyanın brifinglerle bu tür operasyonlarda görevlendirilmesi, kışkırtıcı ve ardından asıl failleri örtücü yayın yapış tarzı 28 Şubat dönemine mahsus değildir. Bu bir genetik devamlılıktır. Farklı olan söğüşlenecek olan kesimdir. Gayrimüslimlerin mallarına el konulacağı zaman gayrimüslimler aleyhine,

Müslüman halkın soyulacağı zaman irtica aleyhine yayın yapılır. Her ikisinde de ulusalcı bir dil müşterektir. Varlık vergisini zamanında ödeyerek bedeni çalışma cezasına muhatap olmak istemeyen gayrimüslimler, verginin tarhı ve ödeme süresi arasındaki kısacık zaman diliminde, mülklerini ve işyerlerini ederlerinin çok altında bir bedelle elden çıkarmak zorunda bırakılırlar. Bu devletin tazyiki ile gerçekleştirilen bir servet aktarma operasyonudur. 2.Dünya Savaşı sırasında Türkiye’yi kendi tarafında tutmak isteyen savaşın tarafı devletlerden herhangi bir eleştiri gelmez. Her zaman hesaplandığı gibi, dış konjonktür operasyon için uygundur.

Gayrimüslimlerden servet transferinin son merhalesi 6-7 Eylül 1955 olaylarıdır. Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalandığı haberleriyle başlayan gayrimüslimlere yönelik saldırı ve tahribatlar neticesinde, 4214 ev, aralarında 21 fabrikanın bulunduğu 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 azınlık okulu, 5 spor kulübü, 2 mezarlık tahrip edilir. Geride 11 ölü ve 300 yaralı kalmıştır. Bu olaylar gazetelerde, önce cahil Türk halkının galeyanı şeklinde sunulmuş, daha sonra komünistlerin üzerine yıkılmıştır. Nihayet 60 ihtilalinden sonra Demokrat Parti’nin yöneticilerine 6-7 Eylül olaylarını tertip ettikleri iddiasıyla dava açılmış ve Başbakan Adnan Menderes’e ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya altışar yıl, İzmir Valisi Kemal Hadımlı’ya ise 4,5 yıl hapis cezası verilmiştir. (Ancak Yüksek Adalet Divanı, dava dosyasını 5 Ocak 1961’de kapatmış ve sanıklara açılan davayı geri almıştır.) Halbuki daha sonra, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalanması dahil bu olayların Seferberlik Tetkik Dairesi tarafından organize edildiği öğrenilecektir.

6-7 Eylül olaylarının fikir babası, o dönemde muhalefette olan CHP dir. 1946’da CHP’nin 9. Bürosu tarafından yayımlanan “Azınlık Raporu”nun Rumlarla ilgili bölümünde şu ifadeler yer almıştır:

“Anadolu’da bugün Rum yok denecek kadar azdır. Hiçbir yerde ilerde bir tehlike teşkil edecek durumda değildir. Binaenaleyh Rumlar için esaslı tedbir alınması gereken yerimiz İstanbul’dur. Bu hususta söylenecek tek söz, İstanbul’un fethinin (500.) yıl dönümüne kadar İstanbul’u tek Rumsuz hale getirmektir.” (Rıdvan Akar, “Bir Resmi Metinden Planlı Türkleştirme Dönemi”, Birikim, sayı 110 (1998), s.68-75.)

İstanbul’un Rum’suz hale getirilmesi, raporda öngörülen tarihten iki yıl sonra, 6-7 Eylül 1955 olayları ile gerçekleştirilir. Bütün bu yaşanan olaylardan sonra, gayrimüslimler can korkusu ile, işlerini ve servetlerini bırakarak Türkiye’den kaçmak zorunda kalırlar. Ama kimse bunların servetlerine ne olduğunu, bu servetlerin kimin eline geçtiğini araştırmaz bile. Cahil Türk halkının reaksiyonu maskesi altında büyük bir servet transferi gerçekleştirilir.

Ve yine tahrikleri yapan dönemin gazetecilerine hesap sorulmadığı gibi, bu gazetelerin göz boyacılığı sayesinde, esas kazançlı çıkan sermaye sınıfının bu olaylardaki sorumluluğu ve haksız zenginleşmesi hiç gündeme getirilmez.

1950’den sonra Doğu Akdeniz’de hâkimiyetini sürdürmek isteyen İngiltere’ye karşı Mısır ve Kıbrıs yönetimi birlikte mücadele ederler. Mısırlılar İngiliz askerlerinin Süveyş’i boşaltmasını isterken, Rumlar İngilizlerden adadaki üslerin boşaltılmasını isterler. Sıkışmış İngilizlerin imdadına Türkiye yetişir. İngilizlerin tahriki ile adada çıkan Türk-Rum çatışmasında İngilizler Türkleri destekler, bunun karşılığında Türkiye İngilizlerin adadaki askeri üsleri elinde tutması yönünde politika izler. Dolayısıyla, İngiltere’nin yönlendirdiği Batı bloku 6-7 Eylül olaylarını pek gündemde tutmaz. Operasyon için uluslararası konjonktür yine iyi hesaplanmıştır.

İlk önce gayrimüslim vatandaşların işyeri ve mülklerinin zapt edilmesi ile başlayan zenginleşme furyası, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra Müslüman halkın varlığına yönelir. Henüz ticaret erbabı ya da büyük toprak sahibi kimliğindeki bu zengin zümrenin dış dünya ile tanışmasından sonraki değişimini ve izlediği yöntemi bir sonraki yazımızda ele alalım”

*Bu yazı 17 Eylül 2013 tarihinde Haber10 sitesinde yayınlanmıştır.

Kategoriler: Yazılar