Mecburi askerliğin kaldırılarak profesyonel askerliğe geçilmesinin tartışıldığı şu günlerde, tartışmanın teknik boyutları dışında, askerlik sistemimizin tarihi süreci içerisinde ele alınması ve değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. Böyle bir analiz, bir bakıma askeri ihtiyacın sınırlarını belirlemede de önem taşıyacaktır. Ordunun gayesi, toplumla ilişkisi, kendisini ait hissettiği ideolojinin mahiyeti, iç ve dış düşman algılaması, dahil olduğu uluslararası savunma sistemlerinin dünya algılaması, ordunun nasıl bir askerlik modeline ihtiyaç duyduğunu da belirleyecektir.
Bu girişten sonra, Türk ordusunun tarihi gelişimine ve yaşadığı dönüşümlere bakabiliriz.
“Türk Ordusunun Tarihsel Kaynakları” kitabının müellifi Mevlüt Bozdemir’e göre, göçebe Türk toplumunun hayat tarzı toplumun piramidal ve hiyerarşik bir örgütlenme modeli geliştirmesini zorunlu kılmış, yüz yıllar boyu süren Asya’dan Avrupa’ya doğru devam eden göç, bu örgütlenme biçimi sayesinde gerçekleştirilebilmişti. Yerleşik düzene geçildiğinde bu toplumsal yapı, güçlü bir askerîliğe ve merkezî bir devlet eğilimine vücut vermişti.
Selçuklular zamanında uygulanmaya başlayan “İkta Sistemi” ile bir toprağa bağlı olmayan yurtsuz savaşçılar, yerleştikleri Anadolu topraklarına bağlanan ve onun genişletilmesi için sürekli savaşan askerlere dönüşmüş, yerleşiklik askerî kurumsallaşmaya yol açmıştı. Daha önceki göçebe toplumda ordu toplumdan kesin olarak ayrılmazken ve bütün orduyu oluştururken yerleşiklikle birlikte ordu bağımsız bir kurum olarak ortaya çıkmaya başlamıştı. Mevlüt Bozdemir’e göre, merkezî devlet konusunda gözlediğimiz gibi profesyonel ordu konusunda da Türkler Batı toplumlarına göre bir kaç yüz yıllık önceliğe sahipti.
Selçukluları müteakiben kurulan Osmanlı Devleti ordu sistemi başlıca üç örgütte kurumsallaşmıştı:
1) Sınır (uç), 2) Taşra ve 3) Merkez orduları.
Asıl iki büyük ordudan birini meydana getiren Taşra ordusu, daha çok atlılardan oluştuğu için “Sipahi” olarak adlandırılan ve insan kaynağını Türk köylülerinin teşkil ettiği bir orduydu. Bu ordu, imparatorluğun her yerinde bulunan, taşrada merkezin gücünü hissettiren bir askerî örgüttü. Sipahilerin hem askerî hem de ekonomik olmak üzere iki görevleri vardı. Tımar sahibi sipahi, kendisine verilen toprakların işlenmesiyle elde edilen hâsılatın belli bir kısmını vergi olarak merkeze yollamakla ve Sultanın emri üzerine savaş zamanlarında sayısı toprakların büyüklüğüne göre önceden tespit edilen askeri donatıp, hazır etmekle görevliydi. Sipahi örgütü, askerî bir kurum olması yanı sıra, aynı zamanda hem bir toprak politikası aracı, hem de taşrada ortaya çıkabilecek güç odaklarına karşı merkezin otoritesini tesis etmekle görevli bir yapılanmaydı. Sipahiler Osmanlı tarihinin başlarında ordunun temelini oluştururlarken, Yeniçerilerin zamanla önem kazanmaları nedeniyle önemleri de sayıları da giderek azalmıştı.
Osmanlı ordusunun merkez ordusunu “Kapıkulu Askerleri” oluşturuyordu. Kapıkulu Ocağı; Acemi Ocağı, Yeniçeri Ocağı, Cebeci Ocağı, Topçu Ocağı, Top Arabacıları Ocağı ve Kapıkulu Süvarileri olmak üzere 6 kısımdan meydana geliyordu. XIV. yy. ortalarına doğru ortaya çıkan Kapıkulu ocağına asker temini, ilk zamanlarda savaş esirlerinin beşte birinden teşkil edilen ve “pençik” adı verilen bir sistemle sağlanırken, sonraları bunun yerini “devşirme” sitemi almıştı. Devşirmeler, her kırk evden bir Hıristiyan erkek evlâdı alınmak üzere, 8-20 yaş arasındaki Arnavut, Bulgar, Ermeni, Macar, Yunan, Sırp ve Bosnalılardan alınmaktaydı. Her kazada dellâllar vasıtasıyla köylere kadar yapılan ilanlar mucibince Hıristiyan çocuklar, başta papazları olmak üzere aileleriyle birlikte toplanma yerine getirilirdi. Devşirme memurları bu oğlanları alırken, kadılar, sipahiler ve köy kethüdaları da hazır bulunurdu. Tek çocuğu olanların evlatları devşirme olarak alınmıyordu.
Devşirmelerden zeki olanlar “İç Oğlan” sıfatı ile Enderun Mektebine alınarak özel bir eğitime tabi tutulduktan sonra, geleceğin devlet adamları olarak yetiştirilirken, diğerleri “Acemi Oğlan” olarak ayrılıyordu. Acemi Oğlanlar önce “Türk oğlan” adı altında Türk çiftçi ailelerin yanına çalışmaya veriliyor, burada İslam inancını ve Türk aile hayatını öğreniyorlardı. En iyi Türk Oğlanlar, sıradan yeniçeri birlikleri yerine Bostancı ortalarına(taburlarına), Baltacı ortalarına veya denizci ortalarına gönderilirlerdi. Eğitimlerini tamamlayan yeniçeriler sınıflara ayrılırlardı. Cebeci(zırhçı), Topçu ve Top arabacısı sınıflarına girecek kadar kalifiye olmayan çoğunluk, yeniçeri piyadesi olurdu.
Avrupa’da XVIII. yy. sonuna kadar mevcudu 50.000’i aşan ordu görülmezken, Osmanlı Devleti sürekli savaşa hazır birkaç yüz bin mevcutlu ordular istihdam ediyordu. Halil İnalcık, “Osmanlı Devletinde Türk Ordusu” başlıklı makalesinde, mali raporlara dayanarak Osmanlı ordu mevcudunu 1528 yılında 150.000, 1610 yılında 200.000 kişi olarak hesaplamıştır.
Zaman içerisinde sadece “devşirme” sistemi ile ocağa asker alma sistemi değişti. 1568’den itibaren eskiden ocakta bulunmuş yeniçerilerin çocukları da ocağa kaydedilmeye başlandı. 1582’den sonra devşirme veya köle olmayanların da ocağa alındığı görüldü. 1594’de ocak bütün Müslüman gönüllülere açıldı. Devşirme sistemi 1648’de fiilen durduruldu. Sonraları ana asker kaynağını Kırım Tatarları oluşturmaya başladı. Bu da 1783’de Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesiyle sona erdi.
1768’den beri Avrupa Devletleri ve Rusya ile yapılan savaşlarda Osmanlı orduları hep yeniliyor ve toprak kaybediyordu. 1789 Fransız İhtilalinden etkilenen milliyetçilik hareketleri, Osmanlı topraklarında isyana dönüşmüştü. Gerek Anadolu’da gerekse Müslüman eyaletlerde iç karışıklıklar devam ediyordu. Merkez ordusu durumunda bulunan yeniçeri ocağı ne iç isyanları bastırmada, ne de diğer devletlerle yapılan savaşlarda başarı gösteremiyordu. Devletin güç kaybetmesi ile birlikte, Yeniçeri ocağının disiplini iyice bozulmuştu. Yeniçeri ocağını profesyonel ordu yapan yasak ve kısıtlamalar (evlenmek, ticaret ve küçük mesleklerle uğraşmak, v.b) ortadan kalkmaya başlamıştı.
1789 yılında tahta çıkan III. Selim, üst üste gelen mağlubiyetlere ve toprak kayıplarına çare bulmak üzere, bir yandan çekirdeğini yeniçerilerin oluşturduğu mevcut ordu ocaklarını ıslah etmeye, diğer yandan Avrupa’da uygulanmakta olan modern askerlik sistemine uygun yeni bir ordu kurmaya karar vermişti.
Avrupa devletleri modern ordu sistemine geçmeden önce derleme ordulara sahipti. Avrupa’daki orduların subay sınıfı aristokrat kesimlerin elinde olup, asker ihtiyacı serflerden ve paralı askerlerden temin ediliyordu. Subaylık aristokrat sınıf arasında babadan oğla geçen bir imtiyazdı. Osmanlı ordusundaysa, subay kadrolarının kendilerine tahsis edildiği aristokratik bir sınıf mevcut değildi ve yeniçeri ocağına her alınan acemi oğlanın, liyakati ölçüsünde en yüksek rütbelere ulaşma hakkı teorik olarak mümkündü. Avrupa ordularında, subay sınıfını savaşa motive eden unsur şan ve şöhret kazanmak arzusu iken, serfler ve paralı askerler para kazanmak, hatta hayatlarını sürdürebilmek için savaşıyorlardı. En baba Avrupa ordusunun mevcudu 50.000 kişiyi geçmiyordu.
16.yüzyıla gelindiğinde, Roma Lejyon sisteminden ilham alan İtalyan Niccolo Machiavelli modern ordu fikrinin ilk babası olarak ortaya çıkmıştı. Ona göre, birleşik İtalya ancak İtalyanlardan müteşekkil milli bir ordu ile kurulabilirdi. Bu ordu, genel ve mecburi askerliğe dayanmalı, tatbik edilecek zorlu askerî disiplin ve sürekli tâlimlerle her an savaşabilecek şekilde eğitilmeli, babadan oğla geçen imtiyaza dayalı subaylık sistemi yerine, liyakate dayalı askerî bir sistemin kurulmalıydı. Milli bir devlet kurma ihtiyacı, zorunlu askerliğe dayalı milli bir ordu kurulması fikrinin doğmasına sebebiyet vermişti.
Daha sonraki dönemlerde, Hollandalı Prens Naussaulu Maurice, İsveç Kralı Gustavus Adolphus ve Avusturya Generali Raimondo Montecuccoli, Machiavelli’nin yukarıda tanımladığı askerlik sistemini kısmi de olsa uygulamaya koydular.
Milli ordu düşüncesi, Fransız İhtilalinden sonra Fransa’da fiilen uygulamaya geçirildi. 1798’de, Jean-Baptiste Jourdan tarafından hazırlanan ve “Jourdan Kanunu” olarak bilinen kanun ile, mecburi askerlik sistemi uygulamaya konuldu. Bu yeni kanuna göre, bütün Fransızlar askerdi ve vatanlarını savunmak zorundaydılar. 1798’de, yani kanunun yürürlüğe girdiği yılda, Fransızlar 600 bin vatandaşı silah altına aldılar. Avrupa şartlarına göre bu muazzam bir orduydu. Zorunlu asker almaya dayalı Fransız ordu modeli, 1812’de İsveç, 1814’te Norveç ve Prusya, 1831’de İspanya ve 1849’da Danimarka tarafından benimsenerek diğer ülkelere yayıldı. Fransız devriminin ortaya çıkardığı ulus-devlet yapısı ve her vatandaşın asker olmak zorunluluğu, neticede, orduları hanedan orduları olmaktan çıkartmış ve millî ordulara dönüştürmüştü.
Fransız devriminin ortaya çıkardığı ulus-devlet yapısı ve Napolyon’un saldırganlığı, Prusya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde milliyetçilik akımlarını güçlendirdi, Almanların Otto von Bismarck liderliğinde birleşmesine sebep oldu. Osmanlı ordusunun model alındığı Prusya askeri sistemi esas olarak Napolyon istilasından sonra oluşmaya başladı ve Fransız devriminden sonra ortaya çıkan yeni askerlik anlayışı çerçevesinde, dünyanın en başarılı ordusu haline geldi.
Prusya ordusu askere alınan sıradan köylü ve işçilerin okuma-yazma öğrendiği, milliyetçilik ve vatan sevgisini kazandığı bir ocak durumundaydı ve sanayi çağının gerektirdiği temel teknik beceriler burada öğreniliyordu. Orduda sert disiplin ve yoğun tekrarlara dayanan ağır bir eğitim sistemi hâkimdi. Üst kademelerde yaratıcılık teşvik edilirken alt kademelerde mutlak itaat ve tıpkı bir makine gibi hareket etmek esastı. Sıradan bir er rakiplerinden daha dayanıklı, disiplinli ve silâhını kullanmada çok daha başarılıydı. Prusya ordusu teknolojik gelişmelere uyum açısından oldukça başarılıydı. I. Dünya Savaşına kadarki dönemde her tür yeni silâh ve teçhizat ilk olarak Prusya ordusunda kullanmıştı. Ordu genel olarak apolitik olmasına rağmen devlet yapısı içinde ağırlıklı ve tartışılmaz bir rolü vardı. Özellikle Bismarck sonrasında Alman dış politikası diplomatlardan ziyade askerlerce idare edilmiş ve yönlendirilmişti. Bütün bu özellikleri ile Prusya askerî sistemi, bir asker-millet yaratmıştı. Prusya’nın devletini en iyi ifade eden, “Prusya, ordusu olan bir ülke değil, ülkesi olan bir ordudur.” deyişiydi. Fransa ve ABD’de millî ve liberal düşüncenin simgesi olan millî ordu, Prusya’da otoriter devleti kuvvetlendirici bir aygıt biçimine büründü.
Osmanlı’da Modern Ordu Kurma Teşebbüsleri
Mevcut ordudaki başıbozukluğu ortadan kaldırmak ve Avrupa usullerine göre talim yapan yeni bir ordu kurma teşebbüsü 1792 yılında Sultan III. Selim zamanında başlamıştı. 1806 yılına gelindiğinde, “Nizâm-ı Cedîd“ adı verilen bu yeni ordunun mevcudu 22.685 asker ve 1590 subaya ulaşmıştı. Ne var ki, Yeniçerilerden gelen baskılar dolayısıyla padişah 1807 yılında bu orduyu lağvetmek zorunda kaldığı gibi, kendisi de 1808 yılında yeniçeriler tarafından tahttan indirilmişti.
Sultan III. Selim’in yerine tahta geçen II. Mahmud, padişahlığının ilk yıllarında, bir yandan Yeniçeri ocağını ıslah etmeye çalışırken, diğer taraftan Nizâm-ı Cedîd benzeri, Avrupa usûlünde eğitim ve talim yapan “Sekbân-ı Cedîd“ ocağını kurdu. Yeniçeriler yeni askeri yapılanmaya karşı isyan ederek, bu projenin önderliğini yapmakta olan Bayraktar Mustafa Paşa’yı öldürdüler. Orta bir yol bulmak isteyen II. Mahmud bu defa, Avrupa usûlünde eğitim ve talim yapan “Eşkinci Ocağı” nı kurdurdu. Yeni ordunun askerleri Yeniçeri ortalarından seçildi. Bu sistem de Yeniçerileri tatmin etmeyince, 1826 yılında Yeniçeri ocağı güç kullanılarak lağv edildi. Bu kanlı tasfiye operasyonuna “Vakây-i Hayriye” denildi.
Yeniçeri ocağının lağvedilmesinden sonra 1826 senesinde, “Asâkîr-i Mansure-i Muhammediyye” adında yeni bir ordu kuruldu. Asâkîr-i Mansure-i Muhammediyye’nin komutasına ilk olarak ‘serasker’ namıyla eski yeniçeri ağalarından Ağa Hüseyin Paşa atandı. Prusya’dan getirilen askeri danışmanların nezaretinde, ordu Avrupaî tarzda teşkilatlandırıldı. Eğitim için Prusya’dan piyade, süvari ve topçu subaylar getirtilerek subay ihtiyacı karşılandı. Bu dönemde, Harb Okulu, Askeri Tıp Okulu gibi okullar açıldı. Modern harp sanatını öğrenmek amacıyla Avrupa’ya öğrenci gönderildi. . Bu ordu zorunlu askerlik modeline dayalı bir ordu değil, profesyonel bir ordu idi. Yeni kurulan ordunun asker ihtiyacı müslüman halktan karşılanıyordu. Bu sistemde, maaşlı olan asker ve zabitandan isteyen 12 yıl hizmetten sonra ticaret ve ziraat gibi işler için maaşsız olarak terhis edilebiliyordu. 1834 yılına gelindiğinde, Prusya ordusunun “Landwher” sistemi model alınarak, “Redif-i Mansure-i Muhammediyye” adıyla yedek bir ordu kuruldu ve tedrici olarak tüm vilayetlerde yapılandırıldı. Redif ordusunun esas görevi, kırsal kesimde asayiş ve kanun hâkimiyetini tesis etmekti. Türk ordusunu Prusya düzeninde yapılandırmak üzere ilk uzman askeri heyet, 1836 yılında, H. Von Moltke başkanlığında Türkiye’ye gönderilmişti. Bu heyetin Osmanlı ordusu üzerinde etkisi sınırlı olmuştu.
1830’lu yıllarda, Mısır’da Mehmet Ali Paşa’nın kurmuş olduğu zorunlu askerlik sistemine dayalı ordunun başarıları, Osmanlı devletinde mecburi askerlik sistemine geçiş tartışmalarını başlattı. 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’yla “askerlik hizmetinin tüm halkın vatan borcu olduğu ve her şehirden talep edilen asker miktarının uygun bir usulle, dört veya beş yıllık bir süreyle ve sırayla alınması” esası getirildi. Bu suretle, Avrupa’da (Fransa, Prusya, Avusturya ve Rusya) uygulanmakta olan mecburi askerlik sistemine geçildiği ilân edildi. Fermanda ifade edilen “vatan borcu” kavramı devlet ideolojisinde köklü bir değişimi ifade ediyordu. Farklı etnik köken, dil ve dine mensup bulunan tebaa artık “vatandaş” olarak kabul ediliyor ve herkese ortak aidiyeti ifade eden vatanın savunmasında askerlik hizmeti yapma mecburiyeti getiriliyordu. Vatan temelinde yeni bir “Osmanlı Milleti” yaratma çabası, özellikle Müslümanlar için problem oluşturmuştu. Şeraitin hüküm sürdüğü her yeri vatan olarak kabul eden Müslüman bakışını değiştirmek için İslâmi bir dayanak bulundu. ”Hubb-ül vatan min el-iman” (vatan sevgisi imandandır) hadisi ile Müslümanlar için vatanın kutsallığına yönelik bir algı oluşturulmaya çalışıldı.
Tanzimat Fermanı’ndan dört yıl sonra, 8 Eylül 1843 tarihli “Tensîkât-ı Celile-î Askeriye Kanunu” ile, Osmanlı ordusu Fransız ve Prusya ordularının teşkilatı göz önünde tutularak yeniden tensik edildi. Bu kanunla, beş yılı muvazzaf, yedi yılı rediflik olmak üzere 12 yıllık mecburi askerlik süresi getirildi. Daha sonra, 11 Ocak 1846 tarihli “Kanunname-i Askeri” ye ile Osmanlı ordularının asker ihtiyacını karşılamak üzere yeni bir sisteme geçildi. “Kur’a Kanunnamesi” olarak bilinen bu düzenlemede ordunun asker ihtiyacı 150.000 olarak belirlendi. Beş yıllık hizmet süresi göz önünde bulundurularak, her yıl terhis edilenlerin yerine alınacak 30.000 askerin, yapılacak nüfus sayımına göre belirlenen 20-25 yaş grubundaki nüfus arasından kur’a usulü ile alınması kararlaştırıldı. Bu mecburi askerlikten İstanbul, Mekke ve Medine halkı, müftüler, hâkimler, imam, hatip, müezzin, şeyh çocukları, medrese öğrencileri v.b gibi pek çok kesime muafiyet tanınmıştı. Kur’a da ismi çıkanların, kendi yerlerine “bedel-i şahsi” adıyla bir başkasını vekil olarak göndermesi mümkün olduğu gibi, “bedel-i nakdi” ödemek suretiyle askerlik vazifesini bedeli karşılığı yerine getirmeleri de mümkündü. Bu sistemde, kur’a da adı çıkmayanlar “gönüllü” olarak askerlik yapma imkânına sahipti.
14 Mayıs 1855 tarihli bir kararname ile, vatandaşlık hukuku gereği olarak gayrimüslimler için cizyenin kaldırıldığı, askerliğin bütün Osmanlı halkı için mecburi kılındığı, bundan böyle gayrimüslimlerin de Müslümanlar gibi askerlikle mükellef tutulacağı açıklandı. Ancak, Hıristiyan halk bu borcu yerine getirmeye pek istekli olmadı. Daha önce cizye adı ile ödedikleri vergi yerine bu defa, “bedel-i nakdi” ödeyerek, fiilen askerlik yapmama yolunu seçtiler.
Tanzimat Fermanı’ndan 24 yıl sonra, 1870 yılında yapılan ikinci bir düzenlemeyle, altı orduya ayrılmış Osmanlı ordularında askerlik hizmeti, tayin edilen müddet içerisinde, nizamiye, redif ve müstahfaz şeklinde yapılandırıldı. 7 Ağustos 1909 tarihinde yapılan bir düzenleme ile, eskiden beri askerlikten muaf tutulan İstanbul ve Bilâd-ı Selâse’de yaşayan halk da askerlik mükellefiyetine alındı. Bahsedilen sistem, Birinci Dünya Harbi’ne kadar 75 yıl yürürlükte kaldı. 1914 yılında düzenli ordu ile redif sistemi birleştirildi.
Osmanlı ordusunun modernizasyonunda yabancı etkisine bakacak olursak, modernizasyon yoluyla Osmanlı ordusuna Alman askeri nüfuzu, 1882 yılında General Köhler heyetinin gelmesiyle başladı. 2.Meşrutiyet’ten sonra, ordunun Almanlar eliyle modernize edilmesi çabası hız kazandı, 1909 yılında Türkiye’ye geri çağrılan Von der Goltz ve heyeti bu modernleştirilme sürecinde rol aldılar. Tüm milleti silah altında tutmaya dayanan militarist Alman dünya görüşü Von der Goltz’un propagandasıyla ülke içinde yaygınlık kazandı. Goltz Paşa’nın, Prusya modelinden ilhamını aldığı, ‘Millet-i müselleha’ (Silahlı millet/asker millet) kavramı sanki Türkleri ifade etmek için söylenmiş gibi algılandı ve milletin askerileşmesi (militarize edilmesi) süreciyle sonuçlandı. 2.Meşrutiyet’ten sonra, çok zayıflamış bulunan donanmanın ıslahı görevi İngiliz Amiral Limpus’a, jandarma birliklerinin ıslahı ise Fransız General Bauman’a verilmişti.
Osmanlı’nın ağır bir mağlubiyet aldığı Balkan Harbi’nden sonra, Liman von Sanders orduyu ıslah projesi için görevlendirildi. Osmanlı ordusu Alman Genelkurmay’ının stratejisine, onun tayin ettiği generallere ve Alman endüstrisinin silahlarına bağlanıp, Alman askeri sistemiyle bütünleşen bir ordu haline geldi. 1908’deki Çar II. Nikola ile VII. Edward arasında, Türkiye’nin paylaşılması hususunda yapılan “Reval Mülakatı”nın deşifre olması, Almanya dışındaki diğer büyük devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun taksimi planında yer alması, Alman nüfuzunun Osmanlı Devleti’nde kabulünü kolaylaştırdı. Alman subaylarının komutasında girdiğimiz I.Dünya Harbinde, ordumuz çoğu zaman Alman menfaatleri çerçevesinde savaştırıldı. 1918 yılında mağlubiyetle sonuçlanan I.Dünya Harbinden sonra hem ülkede hem de askerler arasında Alman taraftarlığı Alman düşmanlığına dönüştü.
Mecburi Askerlik Sisteminin Doğurduğu İdeolojik Arka Plan
Modern millî devlet modeli ve onun ürünü olan her vatandaşın askerlik yapmakla yükümlü olduğu milli ordu sistemi, Batı Avrupa’nın tarihî, siyasî ve sosyo-ekonomik şartlarının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştı ve bize ait bir model değildi. Klasik dönem Osmanlı devletinin modeli imparatorluktu. İmparatorluk yapısının gereği olarak devletin gerek idari teşkilâtı, gerekse ordu teşkilâtı profesyoneldi. Osmanlı devleti XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren, Avrupa devletleri ve Rusya karşısında uğradığı mağlubiyetlerden çıkış yolu olarak, Avrupai tarzda modern bir ordu kurma ihtiyacı duymuştu. Ancak bu model değişikliği sadece asker alımı, eğitimi ve harp teçhizatının modernleşmesi ile sınırlı kalmamış, model alınan Fransız ve daha sonra Prusya ordu modelleri kaçınılmaz olarak devletin yapısını da dönüştürmüştü.
Batı Avrupa’da ortaya çıkan modern ordunun asker kaynağı, mecburi askerlik hizmeti yapmakla yükümlü olan vatandaşlardı. Ordunun varlık sebebi vatanın savunulmasıydı. Bu amaç tabii olarak bir ulus-devlet modeliyle birlikte ve onun hizmetinde bulunarak gerçekleştirilebilirdi. Nitekim, Prusya askerlik modelini örnek alarak askeri teşkilatını kuran Osmanlı devleti, Tanzimat Fermanı ile, askerlik hizmetinin tüm halkın vatan borcu olduğunu ilan etmek zorunda kalmıştı. Böylece, yüzyıllardır devam etmekte olan hanedan-tebaa ilişkisi devlet-vatandaş ilişkisine dönüşmüştü. Tanzimat Fermanı’nda ilan edilmesine rağmen Osmanlı’nın Müslüman tebaasının zihninde henüz bir vatan mefhumu mevcud değildi. Müslümanlar için şeriatın uygulandığı her yer “dar’ül İslam”dı. Bu anlamda Avrupa’da kaybedilen topraklar, daha sonra algılanan şekliyle bir vatan toprağı kaybı travması yaratmıyordu. Osmanlı zihninde vatan kavramı, 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunnamesi ile oluşmaya, ete kemiğe bürünmeye başlamıştı. Bu kararname ile mülkiyeti devlete ait olan mir’i arazinin bir kısmı halka verilmişti. Böylece halk için, mülkiyeti kendisine ait olan topraklar, kaybetmemek için uğrunda savaşılacak vatan parçası haline gelmişti. Modern orduya geçiş, devletin toprak düzeni ve tebaasıyla ilişkisi de dâhil olmak üzere pek çok yapının değişmesini tetiklemişti.
Avrupa tarihine bakıldığında, milli orduların ulus-devlet fikrinin savunucusu olan siyasî iktidarla birlikte ortaya çıktığı görülmektedir. Mecburi askerlik yoluyla insan kaynağını temin eden modern kitle orduları, Avrupa’da çeşitlilik arz eden geniş halk kitlelerinin türdeşleştirmesine, bir ulus-devlet yaratılmasına hizmet etmişti. Mecburi askerlik sistemine dayalı ordular yoluyla Avrupa devletleri, hem muazzam bir ateş ve insan gücüne sahip olmuşlardı hem de bütün uyruklarına doğrudan ulaşma ve onları biçimlendirme imkânına kavuşmuşlardı. Milli ordular bir yandan modern devletin kuruluş sürecinde ve kurulduktan sonra korunmasında hizmet ederken diğer taraftan ülkenin her tarafında merkezin otoritesini temsil ediyor, otoriteye itaat kültürünü yaygınlaştırıyordu. Vatandaşlık kavramı, diğer her türlü kimliğin üstünde, ulus-devletin en önemli kimlik kategorisi haline gelmişti. Bu sürece ekonomik açıdan bakıldığında, modern devletlerin oluşumu, aynı zamanda kapitalizmin örgütlenme tarihi olarak ortaya çıkmıştı. Bunun sonucu olarak ulus-devlet yanlıları, içeride krala, kiliseye ve feodallere karşı mücadele edip onlardan bağımsız bir ordu ve sivil bürokrasi oluştururken, sermaye birikimi sağlamak üzere “kolonyalizm”e dayalı bir ekonomik büyüme modeli geliştirmişlerdi. Bu model ilerleyen dönemlerde, Avrupa devletlerinin sömürü alanlarını genişletmek için birbiriyle kıyaysa harp ettiği dünya savaşlarına yol açacaktı.
Osmanlı devletinde siyasi iktidar-modern ordu ilişkisi Batı Avrupa’daki gibi cereyan etmemişti. Ordunun modernleşmesi bizzat padişahların, eski ordu mensuplarına karşı canlarını ortaya koymak suretiyle verdikleri mücadeleler sonunda sağlanmıştı. Yine, sultana bağlı tebaanın yerini vatandaşlığa terk etmesi Sultan II. Abdülmecid’in 1839’da ilan ettirdiği Tanzimat Fermanı’yla mümkün olmuştu. Osmanlı Devleti’nde mecburi askerlik sistemi, Avrupa devletlerinde olduğu gibi, bir millet inşasının aracı olma başarısını gösteremedi. Bir Osmanlı milleti yaratmayı hedefleyen, İttihad-ı Anasır (Unsurların Birliği) projesi gerçekleşemedi. Osmanlı askere alma sisteminde geniş muafiyetlerin mevcut olması, bedel-i nakdi ve bedel-i askeri vasıtasıyla fiili askerlikten kaçınma mekanizmalarının bulunması, diğer taraftan Hıristiyan unsurların askerilik yapmaya direnmesi bu hedefin gerçekleşmesinde en büyük engel oldular.
Osmanlı Devleti’nde iktidar mücadelesi, Avrupa’da olduğu gibi kralla burjuva arasında değil, padişahla bürokrat elit arasında cereyan etmişti. Batılılaşma yanlısı bürokrat elit, yeni ordunun üst rütbeli subaylarıyla ittifak ederek, 1876 yılında Sultan Abdülaziz’i zorla tahttan indirip II. Abdülhamit’i başa geçirmek suretiyle bir darbe yapmış ve iktidardan payını almak üzere ilk Meşrutiyet’i ilan ettirmişti. 19 Mart 1877’de açılan Meclis, Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) bahane edilerek 13 Şubat 1878’de padişah tarafından geri kapatıldı.
1878-1879 Rus Harbi’nde vukuu bulan büyük miktardaki subay zayiâtı, harp mekteplerine yoğun olarak halk çocuklarının alınması sonucunu doğurmuştu. Öğrenciler bu okullarda, batının lâik, pozitif ve rasyonel düşünceleriyle tanıştılar, Fransız ihtilalinden oldukça etkilendiler. Tamamiyle politize olmuş bulunan bu askeri kuşak içerisinden askeri tıbbiye öğrencileri 1889 yılında İttihat Terakki Cemiyeti’ni (İlk adı İttihad-ı Osmanî) kurdular. Askeri öğrencilerin ve genç subayların içerisinde yer aldığı cemiyet, II. Abdülhamid döneminin istibdat politikalarına karşı hürriyet mücadelesi veren siyasi bir parti haline dönüşmüştü. Harp okulu öğrencilerinin ve genç subayların, gizli örgütlenmeler yoluyla siyasete müdahale etmeleri silahlı kuvvetler tarihinde bir ilk olması sebebiyle önemliydi. Daha önce iktidar mücadelelerine dâhil olanlar ordunun üst düzey subayları olmuştu. İttihat Terakki Cemiyeti’nin organizasyonuyla ayaklanan 3.Ordu’ya mensup genç subayların tazyiki neticesinde, II. Abdülhamid otuz yıl önce yürürlükten kaldırdığı Anayasa’yı yeniden uygulamaya koydu ve 24 Temmuz 1908’de II. Meşrûtiyet’i ilan etti. Selanik’te Üçüncü Orduya bağlı avcı taburları meşrûtiyetin muhâfazasını ve şehrin güvenliğini sağlamak için İstanbul’a getirildi.
İstanbul’da bırakılan Avcı Taburları, 31 Mart 1909’da (milâdi 13 Nisan 1909) subaylarına karşı isyan ettiler ve kendilerine katılan halkın bazı kesimleri ile birlikte Heyet-i Mebûsan’ın önünde toplanarak ülkenin şeriata göre yönetilmesini talep ettiler. “İrtica” olarak adlandırılan bu isyan Selanik’ten gelen Hareket Ordusu tarafından 24 Nisan’da bastırıldı. 27 Nisan’da yeniden toplanan meclis, II. Abdülhamit’i bu ayaklanmadan sorumlu tutarak tahttan indirdi ve yerine V. Mehmet Reşat’ı getirdi. Ordu’nun müdahaleleri sonrasında, mutlak otoriteyi temsil etmekte olan padişahın yetkileri, 8 Ağustos 1909’da Kanun-i Esasi üzerinde yapılan bir dizi değişiklikle “sembolik” düzeye indirildi, Vekiller Heyeti (bakanlar kurulu) sadece meclise karşı sorumlu hale getirildi.
II.Meşrûtiyet’in ilanından, I.Dünya Harbi’nin sonuna kadar bazen örtülü, çoğu zaman açık olarak siyaset ordu tarafından yönlendirilip, biçimlendirildi. Bu dönemde ortaya çıkan muhalif hareketler de asker kökenli idi. Gerek 31 Mart Vak’ası diye adlandırılan İstanbul’daki avcı taburlarının isyanı, gerekse 1912 yılında İttihat ve Terakki iktidarını deviren Halaskâr Zâbitan grubu, ordu içerisinden çıkan muhalefet hareketleriydi. İttihatçı genç subayların gizli örgütlenme ve siyasete müdahale biçimleri ileriki dönemlerde 27 Mayıs İhtilalini yapacak olan genç subayların ilham kaynağı olmuş, İttihatçıların “irtica” olarak adlandırdıkları 31 Mart Vak’ası ile yaşadıkları travma Cumhuriyet dönemine taşınmış ve 1925’deki Şeyh Said isyanı, 1930’daki Menemen hadisesi gibi olaylar arasında hep bir devamlılık aranmıştır. Bu kavram, siyasete müdahale niyetindeki askerlerin sarıldığı en temel argüman haline gelmişti.
Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Ordu
Bizim için 30 Ekim 1918’de sona eren I.Dünya Harbi’nden Osmanlı ordusu büyük bir darbe yemiş olarak çıktı. İmzalanan Mondros Mütârekesi hükümlerini ihlal eden müttefik devletlerin ve İngiltere’nin teşvik ettiği Yunanistan’ın ülkeyi işgal etmesi, yeni bir mücadele dönemini başlattı. Milli mücadele dönemi adı verilen bu dönemde, işgal kuvvetlerine karşı ilk savaşlar İttihatçıların örgütlediği milis kuvvetler tarafından verildi. İstanbul’da toplanan Meclis-i Mebûsan’da kabul edilen “Misâk-ı Milli” ile, vatan olarak kabul edilen coğrafyanın sınırları tayin edildi. Ankara’da 23 Nisan 1920’de Milli Meclis’in açılmasından sonra, düzenli ordu ile savaşın yürütülmesi dönemine geçildi. Başta Kuvva-yı Seyyare olmak üzere, düzenli orduya katılmayan milis kuvvetler tasfiye edildi. 1 Mart 1922’de Meclis tarafından saltanat kaldırıldı. Milli Mücadele dönemi 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması ile tamamlandı. 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin ilanı ve 03 Mart 1924 tarihli Hilâfetin İlgâsına ve Hanedanı Osmâninin Türkiye Cumhuriyeti Memâliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun’la Türkiye, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde, lâik bir cumhuriyet olarak şekillendirildi. Türk tarihinde ve TSK tarihinde yeni bir dönem başlamıştı.
1920’de açılan ilk Meclis’ten çok partili sisteme geçilen döneme kadar, Meclis’te ciddi bir asker ağırlığı mevcuttu. Asker kökenli milletvekillerin Meclis’te temsil oranları aşağıdaki gibiydi.
I.Meclis (1920-1923) % 15
II. Meclis (1923-1927) % 20
III. Meclis (1927-1935) % 19
IV. Meclis (1935-1939) % 16
V. Meclis (1939-1943) % 18
VI. Meclis (1943-1946) % 16
II.Meclis’te hemen hemen bütün ordu ve kolordu komutanları milletvekili seçilmişlerdi. Savunma, Bayındırlık, Ulaştırma ve İçişleri Bakanlıklarının asker olması bir gelenek halini almıştı. Genel Kurmay Başkanlığı 1924 Martına kadar hükümette bir bakan gibi temsil edilmişti. Yukarıdaki istatistikler, kurulan Cumhuriyet’in askeri karakterini açıkça göstermek bakımından yeterlidir. İsmet Paşa’nın Başbakan’lık görevini yürütürken orgeneralliğe terfi etmesi, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün 1927 Haziran’ında askerlikten emekli olması, görünüşte sivil bir örgütlenme olan yeni cumhuriyet üzerindeki askeri vesayetin ağırlığını gösteren iki önemli örnektir. Cumhuriyet ilan edildikten sonra, M. Kemal, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak üçlüsü, milli mücadelenin diğer asker önderlerini tasfiye ederek, rejim ve ordu üzerinde mutlak hakimiyet tesis etmişlerdi.
Askerler tarafında kurulan ve yine askerler tarafından biçimlendirilen devletin ideolojisini, tabii olarak, onların hayata bakışı etkilemişti. Pozitivist-ilerici bir ideoloji benimseyen ve bu ideolojiyi “Kemalizm” olarak kutsayan ordu, 1923 yılında kurulan modern devlete bir halk yaratma vazifesi üstlenmişti. Pozitivistler, modernliğe, çağdaşlığa, bilime, teknolojiye, rasyonelliğe iman ederler, dini talepleri tehlikeli ve modernleşme önünde engel görürlerdi. Cumhuriyet döneminde ordu kendisini, Avrupalı pozitivistler gibi, topluma çağdaş uygarlık yolunu gösterecek bir misyoner olarak kabul etmişti.
Cumhuriyet döneminde ordu, benimsediği ve temsil ettiği batıcı/modernleşmeci ideolojiyi, silah altına alınan halkı eğitmek suretiyle yaygınlaştırmaya çalışmış, sahiplendiği siyasal iktidara toplumsal itaatin sağlanması görevini ifa etmişti. Bu dönemde ordu, Osmanlı ordusunun Prusya modelinden ilhamını aldığı, ‘Millet-i müselleha’ (Silahlı millet/asker millet) kavramını aynen devam ettirerek, ordu ve milletin birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu, ordunun milletin silahlanmış şeklinden ibaret bulunduğunu propaganda etmek suretiyle, toplumun militarizme hoş görü ile bakmasını sağlamış, cumhuriyet içerisindeki askeri ağırlığı meşrulaştırmış, asker ne yapıyorsa doğru yapıyor şeklinde bir algılama yaratmıştır. Nitekim, cumhuriyet devrimleri ile halkın din ve gelenekleri çatıştığında, ordu- millet söylemi dirençleri kırmada etkili olmuştur.
İkinci dünya savaşına kadar ordu daha ziyade rejimin korunması ve benimsetilmesi ile uğraşmış, 1925’deki Şeyh Said isyanı, 1930’daki Menemen hadisesi ve 1937’de ortaya çıkan Dersim ayaklanması iç tehditler olarak bastırılmıştı. 31 Mart hadisesini yaşamış İttihatçı kökenli yönetici kadro zihninde, bu olaylar arasında 31 Mart hadisesi ile bir devamlılık kurulmuş ve bu olaylar “şeriatçı kalkışmalar” olarak algılanmış ve takdim edilmiştir. 1944 yılında emekli edilinceye kadar Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanlığı görevini yürüttüğü dönemde askerler, kendi meslek alanıyla iştigal etmiş, görünürde sivil güç/askerî güç arasında bir çatışma yaşanmamıştı. Bunda, Cumhurbaşkanlığı makamının M. Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi karizmatik askeri önderler tarafından doldurulması, asker kökenlilerin Meclis’te yüksek oranda temsil edilmesi önemli rol oynamıştı.
1939 yılında İkinci dünya savaşı başladığında Türk ordusunun eğitim, teçhizat ve lojistik bakımdan ne kadar yetersiz olduğu gün yüzüne çıkmıştı. Uzmanların değerlendirmesine göre, bir Alman işgaline karşı ordumuzun üç haftalık direnme gücü mevcuttu. O zamana kadar ülkenin güvenliği çevre ülkelerle imzalanan paktlar yoluyla sağlanmaya çalışılmıştı. 1934’te Balkan ülkeleri ile imzalanan “Balkan Antantı” ve 1937’de Iran-Afganistan ve Türkiye arasında imzalanan “Sadabat Paktı” bu mahiyette idi. Bazı tarihçilerin iddialarına göre (Mete Tunçay, Cemil Koçak), güç¬lü bir or¬dunun po¬li¬ti¬ka¬ya mü¬da¬ha¬le edeceğine inan Atatürk, bilinçli olarak orduyu güçlendirmemiş, kendisine sadık subayları ordunun başında tutmuştu. İkinci Dünya savaşının başlangıcında mevcudu 400 bin kişi olan ordu, savaş tehlikesine karşı bir buçuk milyona çıkarılmış, Harbiye’ye daha fazla öğrenci alınmıştı. Ordudaki bu geçici şişkinlik, savaş sonrasında terfi sisteminde birçok sıkıntıya sebep olmuştu.
İkinci Dünya Savaşı ve Ordudaki Modernleşme İhtiyacı
İkinci Dünya savaşı Türk ordusunun modernleşme ihtiyacını iyice ortaya koymuştu. Savaşa girmeden krizi atlatan Türkiye, ordunun modernizasyon ihtiyacını Batı ittifak sisteminden karşılamayı düşünüyordu.
Süresi dolan “Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması”nı müzakere etmek üzere 7 Haziran 1945’de Sovyet dışişleri bakanı Molotov ile görüşen Türkiye’nin Moskova büyükelçisi Selim Sarper, SSCB’nin Türkiye’den toprak talebi olduğunu ve Boğazlarda hak talep ettiğini telgrafla Ankara’ya bildirmişti. Bu telgrafın pompaladığı Sovyet işgali korkusu, İkinci Dünya savaşından sonra Türkiye’nin bütün dış politikasını biçimlendirmiş, Türkiye İngiliz-ABD ekseninin merkezinde olduğu, Batı ekseninde yer almıştı. Bu yeni eksen tercihi, Türkiye’nin tek parti yönetiminden, çok partili demokratik bir sisteme geçmesini de zorunlu kılmıştı.
İkinci Dünya savaşından ağır bir yükle çıkan İngiltere, Ortadoğu’nun jandarmalığını ABD’ye devretmişti. Ortadoğu’ya yeni giren ABD, müttefiki kabul ettiği Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sırasında “Ödünç Verme ve Kiralama Yasası” yoluyla aldığı borçları sildi ve savaş sırasında Türkiye’ye ödünç verilen 150 Milyon $ değerindeki araç-gereç ve malzemenin 4,5 Milyon $ karşılığında Türkiye’nin mülkiyetine geçmesine izin verdi. Daha sonra Truman Doktrini ve Marshall Yardımı çerçevesinde sağlanan ekonomik yardımlarla Türkiye’ye nüfuzunu derinleştirdi.
Türkiye, 4 Nisan 1949’da kurulan NATO askeri ittifakının bir parçası olabilmek için, 18 Temmuzda Kore’ye bir tugay yolladı. Ne yazık ki bu savaşta 706 Türk askeri şehit olmuş, 2.111’i yaralanmış, 168 kişi kaybolmuş, 219 kişi de esir düşmüştü. Kore’ye gönderilen Türk ordusunun % 66’sı yitirilmişti. Vatan savunması için yapılandırılmış olan Türk ordusu, komşusu bile olmadığı bir ülkeye, hür dünya ideali(!) için savaşmaya gitmişti. Bu fedakârlık Türkiye’nin Batı’ya adanmışlığını göstergesi olarak kabul edildi ve Türkiye 1952 yılında NATO’ya üye kabul edildi. NATO’nun kanat ülkesi oldu. 1950’de kurulan DP iktidarı döneminde Türkiye, ABD ve İngiltere’nin Ortadoğu savunmasını güçlendirme çabalarına destek verdi, İngiltere’nin bölgedeki menfaatlerinin korunması için oluşturulmaya çalışılan Ortadoğu Savunma Örgütü’ne katılmaları için bölge ülkeleri üzerindeki etki gücünü kullanmaya çalıştı. ABD ve İngiltere’nin yönlendirmesi ile ortak güvenlik amacına hizmet etmesi için Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında 1953 tarihinde kurulan Balkan Paktı’na katıldı. 1955 yılında Irak, Pakistan, İran ve İngiltere’nin de iştirakiyle oluşturulan Bağdat Paktı’nda yer aldı. 1958’de Irak’ın pakttan çekilmesi üzerine, Amerika’nın desteği ve diğer üyelerin iştirakiyle CENTO kuruldu. Soğuk savaşın hüküm sürdüğü bu dönemlerde Türkiye, “Demir Perde Ülkeleri”ne karşı, “Hür Dünya”nın güvenliği ve menfaatlerinin korunması için elinden gelen her türlü desteği verdi.
*Bu yazı 14 Ekim 2010’da Haber10 sitesinde yayınlanmıştır.