Okuma Süresi: 14 dakika

31 Mart Vak’ası olarak adlandırılan ve günümüz siyasetine de damgasını vuran olaylarla ilgili hatırat dizimize, Sultan II. Abdülhamid’in 31 Mart hatıraları ile devam ediyoruz.

Sultan II. Abdülhamid’in 01 Mart 1333 (1917)-11 Nisan 1333 (1917) tarihleri arasında yazmış olduğu hatıralar, İsmet BOZDAĞ tarafından, “Adülhamid’in Hatıra Defteri” adı altında yayımlanmıştır. Sultan II. Abdülhamid’in 31 Mart hatıraları, söz konusu kitabın 1975 yılında yayımlanan 4.baskısının 107-123’üncü sayfalardan aynen alıntılanmıştır. Yazım ve imla orijinal metindeki gibi kullanılmıştır.

Hatıratta Anlatılan Olayların Arka Planı

10 Haziran 1908’de Reval’de, İngiliz Kıralı VII. Edvard ile Çar II. Nikola arasındaki görüşmelerde, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasının görüşüldüğünü düşünen Binbaşı Enver Bey, 12 Haziran 1908’de Selanik’i terk ederek dağlara çekilir. Kolağası Niyazi Bey’de, Enver Bey’i desteklemek üzere, üç gün sonra 150 kişilik taraftarı ile Manastır’da dağa çıkar. İttihatçılar, Osmanlı Devleti’nin ancak Kanun-ı Esasî’nin yeniden kabulü ile kurtarabileceğini düşündüklerinden, Padişahı meşrutiyeti ilan etmeye zorlamak niyetindedirler. Sultanın ayaklanmayı bastırmak üzere görevlendirdiği Şemsi Paşa, 24 Haziran’da Selanik’te, postane önünde Teğmen Atıf tarafından, herkesin gözü önünde tabanca ile vurularak öldürülür. Bu olaydan kısa bir süre sonra, Manastır’daki Ordu Komutanı Müşir (Mareşal) Osman Paşa, yine İttihatçılar tarafından dağa kaldırılır.

Abdülhamit, gittikçe büyüyen bu silahlı ayaklanmanın 40’ıncı gününde, 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanını kabul etmek zorunda kalır.

II. Meşrutiyet, Makedonya’da coşku ile karşılanır. Genel af yasası çıkarılması üzerine, Sırp, Bulgar ve Rum çeteleri dağlardan inerler. İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Selanik merkezî, kısmı olarak İstanbul’a nakledilir, Talat, Enver, Midhat, Şükrü, Hayri, Habib, Dr. Nâzım, Bahaeddin Şâkir ve İsmail Hakkı Beyler İstanbul’a gönderilirler. İttihat ve Terakki Cemiyeti önderleri meşrutiyetin ilânından sonra kurulan Said Paşa hükümetine iştirâk etmemekle birlikte, hükümet üzerinde oldukça etkilidirler, diledikleri gibi müdâhale ederler.

4 Ağustosta nâzır tayini meselesinde çıkan bir ihtilaf neticesinde Said Paşa kabinesi istifa eder. Yerine, Kâmil Paşa sadrâzam olur ve Nâzım Paşa’yı Harbiye Nazırlığına getirir.

İttihat ve Terakki Fırkası, meşrûtiyetin muhafazasını ve şehrin güvenliğini sağlamak için 19 Ekimde, Selanik’te bulunan Üçüncü Orduya bağlı avcı taburlarını İstanbul’a gönderir. Artık İstanbul’un inzibatı bu avcı taburları tarafından sağlanmaktadır.

Meşrutiyetin ilanı ile yeniden yürürlüğe giren anayasa gereğince seçimler yapılır. 17 Aralık 1908’de İstanbul’da açılan Mecliste seçimle gelen 260 milletvekilinin dağılımı şöyledir: 60 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp, 1 Ulah ve 127 Türk milletvekili.

Yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki Fırkası büyük bir başarı elde eder, Mecliste çoğunluğu sağlamıştır. Ancak bu gelişmeler esnasında Bulgaristan bağımsızlığını elde etmiş ve Girit Meclisi Yunanistan’a ilhak kararı almıştır. İşgal altındaki Bosna Hersek ise Avusturya tarafından fiilen ilhak edilmiştir. (5 Ekim 1908)

Bu arada Enver Bey Berlin’e, Ali Fuad Bey Viyana’ya, Fethi Bey Paris’e ve Hâfız Hakkı Bey de Roma’ya ataşmiliter olarak tâyin edilirler. Harbiye Nâzırı Nâzım Paşa ordu içinde İttihad ve Terakkiye karşı bir grup kurmaya çalışmaktadır. Sadrâzam Kâmil Paşa İttihatçıların baskısından kurtulmak için, Avcı Taburlarını Yanya’da isyan eden Yunan çetelerine karşı göndermek istemektedir. Buna muhâlefet eden İttihat ve Terakki, meclisteki çoğunluğuna dayanarak gıyabında yapılan bir gensoru ile Kâmil Paşa’yı düşürür. Sultan Abdülhamîd meclisin kararına uyarak Kâmil Paşanın istifâsını kabul eder ve yerine Hüseyin Hilmi Paşayı 14 Ocakta sadrazamlığa getirir. Kâmil Paşa bundan sonra muhalefetle işbirliği yapmaya başlar.

İttihatçıların baskısıyla alaylı subayların ordudan tasfiyesi ve bazı memurların görevlerinden alınmaları, İttihatçıların dini konulardaki lâkayd tavırları, Harbiye Mektebinde çıkan bir karışıklık sonucunda altmış talebenin atılması, gayr-i memnunların sayısını arttırarak huzursuzlukları şiddetlendirir. Serbestî, Mîzân, Tanin ve Volkan gibi muhalif gazeteler, İttihatçıların otoriter yönetimlerini ve uygulamalarını şiddetle eleştirirler. Volkan gazetesinde Derviş Vahdetî, ittihatçı subayların dine karşı olumsuz tutumlarını gündemine taşır. Ülkede seçimlerle beraber gelen karışıklıklar ve dışarıda karşılaşılan felaketler, meşrûtiyete bağlanan ümitleri söndürürken, İttihat ve Terakkinin itibarı zayıflamaya başlar. Güçlenen muhalefete yönelik fâili meçhul sûikastler ortaya çıkar. 7 Nisanda Serbestî gazetesi başyazarı Hasan Fehmi öldürülür.

13 Nisanda dördüncü avcı taburuna bağlı askerler gece yarısı saat 04.00’da isyân ederek subaylarını hapsederler. Daha sonra, Ayasofya’daki Meclis-i Mebusan önünde toplanırlar. “Şeriat isteriz!” diye sloganlar atan kalabalık, Sadrazam Hüseyin Hilmi Pasa ile Meclis-i Meb’usan Reisi Ahmet Rıza Bey’in azlini ve bütün ittihatçıların sürgün edilmelerini, alaylı subaylardan daha önce tasfiye edilenlerin orduya geri alınmasını istemektedirler. Adliye Nâzırı Nâzım Paşa, Ahmed Rızâ zannedilerek, Lazıkiye Mebusu Emir Arslan da Hüseyin Câhit zannedilerek kalabalık tarafından öldürülürler. Tanin ve Şûrâ-i Ümmet gazetelerinin idârehâneleri tahrip edilir. Sadrazam Hüseyin Hilmi Pasa ile Meclis-i Meb’usan Reisi Ahmet Riza Bey’in görevden azlini, Nâzım Paşanın Harbiye Nâzırı olmasını, alaylı subaylardan daha önce tasfiye edilenlerin orduya geri alınmasını isterler.

Pâdişâh, isyancıların Mebusan Meclisine gönderdikleri tezkire üzerine, Hüseyin Hilmi Paşayı sadrâzamlıktan alır, yerine, Tevfik Paşayı sadrâzam, Müşir Ethem Paşayı Harbiye Nâzırı atar. Mâbeyn başkâtibi Cevad Beyi isyancılara göndererek isteklerinin kabûl edildiğini, vazgeçerlerse affedileceklerini bir hatt-ı hümâyûnla bildirir. Bunun üzerine isyancılar yatışırlar. Ertesi gün tekrar toplanan isyancılar, bu sefer Gâzi Osman Paşanın nasîhat etmesinden sonra dağılırlar. Bu arada, isyan esnasında, İttihat ve Terakki Merkez-i Umûmî mensupları Selânik’e kaçmıştır.

İsyânın Rumeli’deki yankısı çok büyük olur. Meşrutiyetin mahvolduğu nu düşünen İttihat ve Terakki merkez ve şûbelerinden saraya tehdit telgrafları yağmaya başlar. Üçüncü Ordu mensubu askerlerle gönüllü Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavut ve Karadağ çetecilerinden müteşekkil bir ordu kurulur. Edirne’deki İkinci Ordu ile de temasa geçilip, bunların katılması sağlanır. Trenlerle İstanbul’a sevk edilen bu ordu “Hareket Ordusu” olarak isimlendirilmiştir. Ordunun başına önce Hüseyin Hüsnü Paşa geçmişse de komutanlığa daha sonra Mahmûd Şevket Paşa getirilir. Ordu Hadımköy’e geldiğinde, Şevket Turgut Paşa komutasındaki Trakya gönüllüleri de iştirâk eder.

Şehir Hareket ordusunca bir günde ele geçirilir ve sıkıyönetim ilan edilir (25 Nisan 1909). Hareket Ordusu Yıldız Sarayı’nı muhâsara eder. Saray muhafızlarının silahları toplanıp Hareket Ordusuna teslim edilir.

27 Nisanda Said Paşa başkanlığında toplanan Mecliste Hareket ordusu lehine bir beyannâme okunduktan sonra Abdülhamîd Hanın hal’ine, Mehmed Reşad’ın pâdişâhlığına karar verilir. Sultan Abdülhamîd Han’a hal’ini tebliğ için Emanuel Karasso, Esat Toptanî, Aram Efendi ve Ârif Hikmet Paşa’lar görevlendirilir.

Hadiseden sonra kurulan Dîvân-ı Harp’te, aralarında Derviş Vahdetînin de bulunduğu isyancılardan 56 kişi idama mahkûm edilir.

Adülhamid’in Hatıra Defteri
İsmet BOZDAĞ
Sultan II. Abdülhamid’in 31 Mart Hatıraları
31.Mart 1333 (1917)/Beylerbeyi

Tarihi koyarken elimde olmadan titredim. Gerçi, yani tarih hesabile o güne daha on üç gün var. Bu isim, rakkam olmaktan çıkmış, bir tarih dönemine nişan olmuştur. Otuz bir mart olaylarının ortaya çıkacağını, önceden pek az kimseler hissettiler. Fakat gerçeği, sebebi ve sebep olanları hiç bir kimse tamamile bilmemiştir. Bu meselenin kapalı kalmasını asla istemem. Hiç bir yönünü saklamadan, değiştirmeden yazacağım.

Otuz bir mart olayları ile benim kesinlikle ilişiğim yoktur. Hatta kendiliğinden gelmiş bu fırsattan yararlanmaya bile tenezzül etmedim. Eğer olaylara girmek isteseydim ve yararlanmayı düşünseydim bugün Beylerbeyinde değil, Yıldız sarayında bulunurdum.

10 Temmuzda pek zayıf oldukları halde benim hoşgörümü zaafıma veya kuvvetimden yararlanmak yolunu bilmediğime bağlayarak ( İttihat ve Terakki Cemiyeti ) yukardan atıp tutmaya başladı. Bakston’a verilecek ziyafet meselesinde Kamil Paşanın haklı itirazı Babıali ile ( İttihat ve Te rakki) genel merkezinin arasını açtı.

“Nigenban-ı Meşrutiye“ (Meşrutiyet bekçileri) olmak üzere üçüncü ordudan getirilen avcı taburları ve bu taburlardan ikinci fırkanın bir taburu birdenbire tepelemeğe kalkışması, İstanbul’daki askerlerin kalbini kırmıştı. İttihat ve Terakki, her gün biraz daha düşüyordu. İki taraf Basın’ı ise, özellikle İslamları birbirine düşürmekteydi.

Kamil Paşa, kesin tedbirlere başvurmanın yeri ve zamanı geldiğini söyledi. Edirne’de bulunan 2.ci Ordu kumandanı Ferik Nazım Paşa’ da İttihat ve Terakki Cemiyetinin her işe karışmasından ve Cemiyete bağlı subayların tavır ve tutumlarından iyice usanmıştı. Kesin tedbirler alınmasını bana yazı ile bildiriyordu. Avcı taburlarını geri çevirmeyi ve buradaki askerleri yatıştırıp azaltmayı kararlaştırmıştık.

Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, kabiliyetli bir asker ise de yumuşak bir adamdı. Ayrıca da Cemiyete kendisini iyice kaptırmıştı. Nazım Paşa’nın o günlerde kamuoyunda bir yeri vardı. Vaktile Erzincan’a sürülmüş olması, siyasi bir sebebe bağlı olmamakla beraber, Paşa’yı halka sevdirmişti. İstediğim, huzuru, durumu eski haline getirmek ve Milli Murakabenin rahatça işlemesini sağlamaktı.

Nazım Paşa ile olan bu macerayı unuttum ve Harbiye Nezaretine getirilmesini kabul ettim. Bahriye Nazırı da Cemiyet’e gönlünü kaptırmışlardandı. Bu nezarette de, vekaletine Hüsnü Paşanın getirilmesini uygun buldum. Bazı gazetelerle Milletvekilleri ve Ayan azaları bunu Meşrutiyete bir darbe gibi gördüler. Kamil Paşa kabinesinde bulunan İttihatçı Nazırlar hemen çekildiler. Adliye Nazırı Manyası zade Refik Bey, biraz sonra ölüme bağlanacak bir hastalıkla evinde yatıyordu. Cemiyetin bazı ileri gelenleri ve özellikle Selanikli Rahmi Bey’le aralarının açık bulunduğunu işitiyordum. Manyası zade fikir bakımından Kamil Paşaya yatkındı. Bu yatkınlığından (ben) yararlanmak istemediğim halde, Cemiyet ileri gelenlerinden Kamil Paşazade Sezai Beyle binbaşı Enver Bey evine kadar gidip ölüm döşeğinde istifasını imzalattılar.

Nazım Paşa, ilkin “Nigenban-ı Meşrutiyet“ taburlarını Yanya’ya göndermeye teşebbüs etti. Fakat o gün toplanan “Meclisi Mebusan“ (Millet Meclisi) Kamil Paşa kabinesini düşürmeye karar verince, her teşebbüs öylece kaldı. Bu celsenin nasıl yapıldığı malumdur. Başta Enver Bey olduğu halde bir sürü subay ve er, resmi ve sivil elbise ile Millet Meclisi’nin içini tutmuşlar, ve bir Zırhlı’yı Millet Meclisinin hizasına getirmişlerdi.

Millet Meclisinin aldığı kararı bana Reis Ahmet Rıza Bey getirdi. Ve Milletin bu arzusunu bana tebliğ ederken, böyle hürriyet aşkı içinde yapılmış müzakerelerin ve kararların “Zaman-ı humayunumuza şeref bahş“ olacak tarihi başarılarından biri olduğunu da çocukça bir inançla söylemeyi unutmadı.

Milletin bu konuda ne kadar istekli olduğunu bilmem. Fakat Kamil Paşanın böylece düşürülmesi hayırlı değildi ve hayırlı olmadı.

Millet Meclisinin çoğunluğuna dayanan Cemiyet, Hüseyin Hilmi Paşa’nın Sadaretini istiyordu. Güçlükleri çoğaltıp sürdürmemek için kabul ettim. Benden emin değildiler. Bu sebeble Dahiliye Nezaretini de (İçişleri Bakanlığı) pek güvendikleri Hüseyin Hilmi Paşaya verdiler.

Kamil Paşayı tutanlara, öteki muhalifler de katıldı. İki taraf açıktan çekişmeye başladılar. Gazeteler, Meşrutiyeti değil, İttihat ve Terakki ileri gelenleri ile, Kamil Paşa ve Kamil Paşadan yana olanların şahsi gaye ve ihtiraslarını düşünüyorlardı.

Hürriyet bizim kabiliyetlerimizi tamamile gösterdi. Nerelere gücümüz yettiğini, nelerin karşısında durakladığımızı Meşrutiyet sayesinde ve üç dört ay içinde tamamile öğrendik. Tehlike açıktan açığa görünüyordu.

Bu sırada “İttihadı Muhammedi” heyeti ortaya çıktı. Bir bu eksikti. Bu cemiyeti kurmuş olan Derviş Vahdeti, Kıbrıs teminlerine göre, ilk harekat üç- beş askerden çıkmış… Bunları kandıran “Hamdi Çavuş“ adlı bir arnavudu bulan ve para veren de Kamil Paşa zade Sait Paşa idi. Kamil Paşanın oğlu Sait Paşa bu sırada en çok çalışıyordu. İsmail Kemal Bey’le öteki muhalifler de Sait Paşa ile beraberdiler.

Asker arasına büyük bir fitne salındığını haber aldım. Bir ihtilalin kopmasını, özellikle askerin bu işlere karışmasını hem şahsım için, hem Devletim hesabına çok tehlikeli görüyordum. Hüseyin Hilmi Paşa’ya durumu bildirdim. Hatta bir gece, Harbiye Nazırı ile Hassa ordusu kumandanı Gazi Muhtar Paşa zade Mahmut Paşa’yı Saray’a çağırdım; Sadrazamla birlikte durumu uzun uzun müzakere ettik.

Durumun ağırlığını takdir ettiklerini ve gerekli tedbirleri hemen alacaklarını söylediler. Fakat tedbirler alındıkça durum büsbütün karışıyordu. Ortada aciz vardı. Gazeteler, Cemiyetler, kulüpler körüklüye körüklüye “31 Mart“ yangınını ilan ettiler. Olayın sorumluluğunu paylaşmamak için ben karışmadım. Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti yürekten isteseydi, ayaklanmayı iki saat içinde bastırırdı. Çünkü adamlarının tahkik ve teminlerine göre, ilk harekat üç- beş askerden çıkmış… Bunları kandıran “ Hamdi Çavuş “ adlı bir arnavudu bulan ve para veren de Kamil Paşa zade Sait Paşa idi.

Sait Paşa’yı Meşrutiyetten sonra yalnız bir kere huzuruma kabul etmiştim. Sebebi de o sırada Sadrazam bulunan babasına, aleyhimde yayınlanan köprü üstünde satılan “Mahkeme-i Kübra“ adlı bir hicviye ile benzeri yayınların hükümetçe resmen yasaklanmasını hatırlatmaktı. Sait Paşa’yı bir yaverim sıfatile çağırıp Sadrazama “İrade” tebliğ ettirmiştim.

“Mahkeme-i Kübra” bir zamanlar Avrupa’da basılmıştı. Muharriride Harp Okulu öğretmenlerinden –ismini şimdi hatırlamıyorum – bir binbaşı olduğunu soruşturarak öğrenmiş ve kendisini sürmüştüm. İstanbul’da da basılıp dağıtıldığını oğlum Ahmet Efendi büyük üzüntü içinde ve ağlayarak haber verdi. Kamil Paşa’nın oğlunu işte bu üzüntü içinde çağırdım. Kim olsa böyle davranırdı. Böyle davranması hakkı ve vazifesi idi. Hem padişahtım hem de en ağır iftiralarla açıkça tahkir ediliyorum.

Milletimi candan bağışlarım. Üç beş adamın yaygarası, sevgili milletimin hayatı değildi.

Altı yüz seneden beri “Baba” demeğe alıştıkları bir padişaha benim sadık memleketimin ruhu sövüp sayamaz.

Sadede gelelim: Hüseyin Hilmi Paşa ile arkadaşlarında beceriksizlik olmasaydı, “31 Mart“ olayı bir saatten fazla sürmez, belki de hiç olmazdı. Yangın bacayı sardıktan sonra Hüseyin Avni Paşa kabinesi istifa etti. Ayasofya meydanına toplanmış olanlar, Kamil Paşa’nın Sadrazamlığını, Nazım Paşa’nın Harbiye Nazırlığını istediler. Hırsları körüklememek için, tarafsız Tevfik Paşa’yı Sadrazamlığa, Gazi Ethem Paşa’yı da Harbiye Nezaretine getirdim.

İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin nerede saklı olduklarını biliyordum. Babıaliden gece ve gizlice Makrıköydeki evine araba ile götürülen Ahmet Rıza Bey’i muhafaza için, güvendiğim adamları görevlendirmişdim.

Ali Kabuli Beyin katlinde parmağım göründüğünü sonradan gazetelerde okudum. Bu iftirayı da nefretle red ederim. Eğer intikam almak gerekseydi ve ben de buna tenezzül etmiş olsaydım, Ali Kabuli bey gibi, İnkılap’da dördüncü, beşinci dereceyi bile tutamamış ve daha doğrusu hiçbir şey yapamamış bir suçsuz adamı mı öldürtürdüm.

Gazi Muhtar Paşa’nın oğlu Mahmut Paşa’yı Cemiyet ne olur ne olmaz diye bana karşı aldığı tedbirler sırasında Hassa Kumandanı tayin ettirmişlerdi. Bununla beraber, 31 Mart gürültüsü sırasında Mahmut Paşa’yı ölümden kurtarmış olan benim. Bu gerçeği Yıldız, ve Kadıköy telgrafhanesindeki vesikalar ispatlar.

31 Mart’ ın gerekçesini, “İttihat ve Terakki Cemiyeti” ile, bu Cemiyete dayanan Hükümetin tecrübesizliği ve tedbirsizliği hazırladı. Başta Kamil Paşa zade Sait Paşa ile İsmail Kemal Bey oldukları halde, bir takım İttihat Terakki muhalifleri bu durumdan yararlandılar.

Basın, bilmeyerek ve tehlikeyi hissetmeyerek ateşi körüklüyordu. Nisan’ın birinci günü yayınlanan gazeteler, genellikle ayaklananların şakşakçısı olmuş ve Murad Bey’in “Mizan”ı en ileri giderek subaylarını öldüren erere “Gazilik” dağıtmıştı. O günkü “Mizan”ı okuyan inanır ki bu ayaklanmanın düzenleyicisi ve elebaşısı Murad Bey’dir. Halbuki, tertipçilik şöyle dursun ayaklanmanın olacağından bile Mizan yazarının haberi yoktu. O kendi kendine öyle bir süs vermiş ve her şey de olduğu gibi, bu işte de öğünüp durmuştu. Eğer bu mesele için Murad Bey, asılanların arasına karıştırılmış olsaydı, pek günah olacaktı.

Ben Murad Bey’i hiçbir zaman sevemedim. Şimdi sağ mıdır, değil midir bilmem. (Ölümü 1912 ) Başkalarının ispat ettikleri gerçekten çok, kendi hayaline inanır ve tapar bir adamdı. “Mizan” gazetesini ilk defa İstanbul’da çıkarırken, Muhacirun Komisyonu Reisi Yusuf Rıza Paşa aracılığı ile bana yaklaşmıştı. Yusuf Rıza Paşa, o zamanki Sadrazam Kamil Paşa’nın can düşmanı idi. Murad Bey, Kamil Paşa’ya karşı yaptığı şiddetli hücumlarla Rıza Paşa’nın maksadını ve düşmanlığını iyice okşuyordu.

Ermeni meselesinin en buhranlı bir döneminde bana, Baş Mabeyincim Hacı Ali Bey aracılığı ile bir “Muhtıra” verdi. Huzuruma kabul ederek uzun uzadıya konuştum. Daha önce de birkaç kere görüşmüştüm. O akşam ki tutumundan, bana akıl danelik etmek istediği açıktan açığa anlaşılıyordu. Sonrada yayınladığı muhtıradan başka maruzatı da vardı. Keşke bunları da neşr etmiş olsaydı, Murad Bey ‘in hayal ile muhali ger çekleştirmek için pek çok şeyler ileri sürdüğü görülür ve elbette bana hak verilirdi.

Murad bey, iyi niyet sahibi bir adam dır. Yalnız kendisine çokca güveni ve güzelliği de ifrat ölçüsünde düşkünlüğü vardı. Bu kusurları yüzünden hiçbir işde muvaffak olamadı.

31 Mart patırtısında Murad Bey’i olaylar değil, kendi kendisi karıştırdı. Üçüncü Ordu’dan gelen subaylarla, sonradan Cemiyete katılanları, asker sivil herkesi tahkir eden tutumu ile dünyayı kendi başına yıktı.

Olayların ve acemi bir yöntemin her gün bir başka biçimde hazırladığı yanıcı maddeler, bir gün elbette patlayacaktı. Hatta 31 Marta kadar gecikmesi bile şaşılacak şeydir. Hiç kimseye hesap verme zorunda olmadığım bu zamanda yemin ile temin ederim ki ben, bir fenalık olmamasına elimden geldiği kadar çalıştım. Tehlikenin gecikmesinde, bu hayırlı çalışmaların tesiri olduğunu sanırım.

Halk sinirlendikçe, İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri kasılmayı ve gözdağı vermeyi artırıyorlardı. 31 Mart’tan bir iki ay önce, “Perapalas” otelinde verilen pek parlak ziyafette Meclis’i Mebusan Reisi Ahmet Rıza Bey, İttihat ve Terakki’ye karşı gelenleri kahr edip yok edeceklerini şatafatlı bir nutukla açıktan açığa ilan etmişti. Basının bu nutuk etrafında kopardığı gürültü, 31 Mart’ın acılı yankısı değil midir?…

Cemiyetin gazeteleri, etrafı ölümle yangınla korkutuyorlardı. Kuvvetlerine güveni olanlar, hiçbir zaman korkutmak tenezzülünde bulunmazlar. Birdenbire iktidar mevkiine hakim olanlar efendiler, bu ürkütme edebiyatı ile bir kere daha zaaflarını ilan ediyorlardı. Küçük ve ehemmiyetsiz olaylar bir kenara bırakılırsa, 31 Mart vakasının başlıca sebepleri ve etkenleri yazdığım olaylardır.

Ayaklananlar arasında, Saray’a uzaktan yakından ilişiği olanlardan hiç kimsenin bulunmaması da gösterir ki, ben o meselenin içinde değildim. 10 Temmuzdan sonra verilmiş bir iki jurnalin kağıtlarım arasında bulunması, güya benim meşrutiyetten sonra böyle şeylerle uğraştığımı ispata yetermiş… Tütün kıyıcısı Mustafa Efendi, bir iki defa şunun bunun kağıtlarını getirmişti. Sadece, durumu anlamak ve öğrenmek için kabul ettim. Başkatip Cevat Bey’in Mustafa Efendiyi böyle şeylerle beni meşgul etmemesini ihtar ile ayıpladığını ve çıkıştığını işitmiş ve Cevat Bey’e hak vermiştim.

Hareket Ordusu’nun Selanik’ten hareket ettiğini ilkin Osmanlı Bankası haber verdi. Gelecek kuvvetin derme çatma şeyler olduğunu ve “Gönüllü” namile peşlerine takılan kafilenin mahiyetini anlamakta gecikmedim.

Hassa Ordusunun İstanbul’daki erleri gerçekten iyi hazırlanmış, hem Hilafet Makamına hem şahsıma sadık, seçkin askerlerdi. Hareket ordusunun yolda durdurulmasını, başta Nazım Paşa olduğu halde, sadık devlet ileri gelenleri bana tavsiye ettiler. Kabul etmedim. Edirne’deki ordunun, kısmen hareket ordusuna katılmış olduğunu da haber verdiler, hiç telaş etmedim. Çünkü yaptıklarımda, beni korkutacak bir şey yoktu. Ayastafonos’tan İstanbul üstüne yürüdükleri zaman, İstanbul’daki askerlerin kışlalardan çıkarılmasını bulunulmasını şiddetle istedim ve tenbih ettim.

Kışla içinden çıkıp da mesela Kağıthane sırtlarına yayılsalardı, bu askeri, Selanik’in derme çatma askerleri mi yenerdi? Ben, askerlerimin arasında kan dökülmesini istemedim. Görüyorum ki, artık bana Milletin güveni yoktur. Ortalık yatışınca, kendiliğimden istifa edecektim. Bu isteği daha önce de açıklamıştım, engel oldular. Ahmet Rıza beyle ilk görüştüğüm zaman, eski muarızım bana demişti ki:

Efendim, artık Milletinizle aranızda hiçbir uyuşmazlığınız yoktur. Zat-ı hümayununuz bundan sonra başımızda olarak, Mikado’nun Japonya’ya ettiği hizmetleri kendi mülkünüze yapacaksınız.

Japonya’yı Osmanlı ülkesine benzetmek ve bunun Padişahından onun imparatoru gibi başarı beklemek ne kadar uygun olur bilmem! Japon Atlas Okyanusunun bir tarafına çekilmiş, adalara yerleşmiş, tek din, tek millet olarak milliği birliği sağlamış büyük bir toplum. Dünyada hiç benzemediği bir kıt-a varsa, o da bizim biçare memleketimiz. Kürtle Ermeni’yi, Rumla Türk’ü, Arapla Bulgarı nasıl birleştirdim?

Benden sonra idareye el koyanlar, aleyhimizdeki milletlerin arasındaki uyuşmazlıkları ortadan kaldırdılar, bizi tutan ırklar arasına da uyuşmazlıklar yerleştirdiler. Bir Kilise kanunu ile Rumlar, Bulgar’ların kucağına atıldı. Türklere de millet gayreti, din gayretinin üstüne çıkartılarak, Araplar küstürüldü. Bunlar yanlış hareketlerdi. İçimizi, Milliyet kavgaları ile altüst edenler, gariptir ki dışımızı da İttihad-ı İslam(Panislamizm) davaları ile telaşa düşürüyorlardı.

Mikado Hatso Hito, hiçbir vakit böyle engeller ve Japonya da böyle güçlükler karşısında bulunmadı. Ben, mesela Doğu Anadolu da küçük bir yol yaptırsaydım, Rusya kıyamet koparırdı. Oralarda okul gibi, yol gibi bayındırlık işlerinin büyük bir bölümü benim zamanımda ortaya konmuştur. Bu konuda, bende önce gelen padişahların hepsinden daha mutluyum.

Mikoda’nun çevresinde toplanan Devlet büyüklerini ben bulamadım. Gerek olanlarda ve gerekse benim yetiştirdiklerimde daimi bir şey vardı ki, her ilerleme hevesini nefessiz bırakıyordu. Benim, kişiliğimdeki tereddüdü de sebep olarak ileri sürenler vardı. Bunun tesiri yoktur, demem. Ayıptan ve kusurdan arınmış bir Tanrı vardır. Yalnız, ilerlemeye düşman olduğum iddiasını red ederim.

Ben bu hali o zaman Ahmet Rıza beye söyleseydim beklide telaş ve korkuya kapılıp kendimi savunduğumu sanacaktı. Hükümdarlar, fertler karşısında değil dünyada tarih, ahirette Tanrı huzurunda saltanat günlerinin hesabını verirler.

Mebusan meclisini ikinci defa açarken, ilk kapanışın sebebini, milletin gerekli olgunluğa erişmemiş olmasına bağlamıştım. Bu sözlerimi o kadar ayıplayarak tenkit edenler, otuz seneyi aşkın bir zaman sonra gelen ve içlerinde, önceliklerle mukayese edilemeyecek kadar okumuş aydın adamlar bulunan mebuslar, daha mı olgun ve doğru çıktı?

Birinci dönem toplantı, şöyle böyle geçebilmişti, ikincisi karmakarışıktı. Bu teredüd o dereceye vardı ki, Trablus Garp elden giderken muhalifler, sevinçlerinden meclis ve koridorlarında hora teptiler. Sonrada hükümetten yana olanlar, alkışlarla savaşı kabul etti.

Gazeteler bir şeyler yazmıyorlarsa da yakınlarımdan işittiklerime göre, mebus efendilere, vagon işleri gibi büyük kazançlı işler veriliyormuş. Milletin hayat ile ilgili işlerin en önemlisini milli murakabe ile görevli olanların bir ticaret, hem de adi, kanunsuz bir ticaret şekline, haline getirmeleri de gösterdi ki ben, Meşrutiyetle idare edilmek için gerekli olgunluk ve doğruluğu, milletimin daha kazanamadığını tahmin etmekte hiç de hata etmemişim!

İtiraf ederim ki ben, Mebusan meclisini açmak konusunda, kendi tac ve tahtımın ve şahsımın menfaatlerini de Devletin menfaatleri kadar düşündüm; ancak, istibdadımı sürdürmekten başka bir şey düşünmediğimi iddia veya zannedenler, garezkar değilseler, haksızdırlar.

Meşrutıyet ilan edildi de ne oldu? Devletin borcumu azaldı? Memleketin yolları, limanları, okulları mı çoğaldı. Kanunlar şimdi daha akıllıca, daha mantıklı mı düzenleniyor. Kişilik hakları, evvelkinden daha çok mu sağlandı? Ahali, daha mı dört başı mamur? Ölümler azaldı da doğumlar mı çoğaldı? Dünya kamuoyu, daha mı bizden yana? İşte bir sürü soru ki, ne kadar çoğaltılsa, hiç birine müsbet karşılık verilemez!

Meşrutiyetle yönetilmeye karşı olduğum ve hele bir fikir ve kanaatim olduğu sanılmasın! Doktor olmayan veya kullanmasını bilmeyen adamların elinde şifalı ilaç bile zehir olur. Üzülerek söylüyorum ki, olaylar, pek az zaman içinde beni doğruladılar.

1.Nisan.1333(1917)/Beylerbeyi

Martın 31’nde Nisanın 13 üncü gününe kadar çok üzüldüm. İstanbul’da düzen baştan aşağı bozuldu. Neferler, rast geldikleri bazı subay ve sivilleri öldürüyorlar. Hükümetin kolluk gücü zayıf. Dokuz aylık çılgınlıklar, Saltanat ve Hilafet nüfuzunu olağanüstü sarsmış. Böyle olmasaydı, zaten devletsizlik ve karışıklık sürmez, belki de hatta çıkmazdı.

Askerin karşılık vermesini istemediğim gibi Tüfekçilerimden Halil Bey’in karşı koymak için yaptığı teklifini red ettim. Bu sadık bendemin ayaklarıma kapanarak ve ağlayarak söylediği şu sözlerini hatırlıyor ve her düşündükçe, efendisine bağlılık yolunu darağacına kadar götürmüş olan Halil Bey’i, bu iyi kalpli merd Arnavudu rahmetle ve fatiha ile anıyorum.

Müsaade buyurunuz Padişahım! Uzun yıllar ekmeğinizi yedim. Etim kemiğim çocuklarımın etleri, kemikleri sizin ekmeğinizle oluştu! Üç buçuk serserinin tac ve tahtınıza saldırmasına karşı susarsak, yalnız vicdanımız önünde utanmakla kalmaz kavmimiz (milletimiz) önünde rezil ve haysiyetsiz oluruz!

Zavallı Halil Bey! Bunları bana o kadar samimiyetle söylemişti ki, kendime hakim olmasaydım, belki de sözlerinin etkisine kapılırdım. Asılırken, acaba bana kırgın değil miydi? Padişah ondan razıdır. Allah da razı olsun!

Hareket Ordusu, korkak görünen kahramanlara ya da kahraman görünen korkaklara ne kadar benziyordu. Milli Meclisin Ayastafonos’ta toplandığını işitmiştim. Saltanat günlerimde hâl edilmek tasası beni sık sık huzursuz ederken, gariptir ki, 31 Mart’dan Milli Meclisin karar aldığı güne kadar güven ve rahat içindeydim. Çünkü, davranışlarımdan kuşkum yoktu. Hükümetin halka gözdağı veren gücünü İttihat ve Terakki Cemiyeti, Cemiyetin kuvvetini de 31 Mart olayı kırmıştı. Eğer Sa tanat ve Hilafet makamlarının gücünü iyi kullanmış olsaydım, gerek İstanbul’da, gerek Vilayetlerde kan gövdeyi götürürdü.

Güya ben, Bosna-Hersek’ten başka ayrıca fedakarlıklarda bulunarak, Avustralya’dan şahsım ve saltanatımın devamı için korunmamı istemişim! Bu iftirayı nefretle red ederim. Ben, hiçbir zaman devletlerden ve yabancılardan korunma aşağılığında bulunmadım. 31 Mart’da ve bunu izleyen günlerde ne isteseydim, yapabilirdim. Birbirini kıskanan devletler, gözümün içine bakıyorlardı!

10 Temmuzdan 31 Marta kadar oluşan olaylar, milletin kabiliyet ve istidadını, ne derece olgunlaşıp ne derece adaletten yana olduğunu göstermiştir. Ben isteseydim, hâl kararı verilmeden, o kararın çıkmasını imkansız kılacak bir durum yarata bilirdim. Buna tenezzül etmedim. Canımı korumak kaygısı ile kararsız ve perişan olduğum sanılırken ben, sağlam bir yürekle tanrıma sığınmış, olup bitenlerin bana ne getireceğini bekliyordum. Son saate kadar kaça bilirdim de… Ben bir süre Avrupa’ya çekilseydim, aradan çok geçmez yine dönerdim. Bunu bildiğim halde bile kaçmaya tenezzül etmedim.

Halbuki 31 Mart günlerinde düşmanlarım, saklanacak, kaçacak ş hirler ve evler aradılar. Demek ki, o böbürlendikleri yiğitlik de yalanmış!

Beni hâlden çok, hâl’in bana ulaştırılma biçimi üzdü. Ayândan, mebuslardan bir heyet seçmişler. Paldır küldür odama geldiler. Bunların içinde bulunan Tiran’lı Esat Paşa, gayet kaba, küstah bir tavırla yüzüme karşı: -Seni Millet azletti,dedi. “Hâl” kelimesini bile bana karşı “Azl” şekline koyarak aşağıladılar. Zavallı Millet!… Kendisini bekleyen acı sonu bilseydi!..

Bu Esat Paşanın kim olduğunu herkes bilir. Fakat bildiğim bazı şeyler vardır ki, az kimselerce bilinir.

Erzurumi Hafız Mehmet Paşa’yı severdim ve şahsına güvenim vardı. Bana, Müşir Derviş Paşa tanıtmıştı. Hafız Mehmet Paşa, Draç mutasarrıfı iken, bu Esat Paşa’nın küçük kardeşi Gani Bey, bir takım uygunsuzluklarda bulunmuş. Draç Sancağının Tiran kazası ileri gelenlerinden olan Gani Bey, Toptani ailesine bağlıydı. Orda kalmasını uygun görmedim. Tutuklayıp İstanbul’a gönderdiler.

Muhacirin Komisyonu Reisi Yusuf Rıza Paşa aracılığı ile bana bir telgraf göndermişti. Tutukluluğunu kaldırttım ve Saray’da alakoydum. Bu olay, hatırımda kaldığına göre, Filibe ve Yunan hadiselerinden bir iki yıl sonra 303 (1886) tarihlerindeydi.

Saray’da rahat durmadı. Harput’a sürdüm. Arnavutluk durumunun bir aralık gösterdiği şekil sebebiyle bir kötülükte bulunmayacağına kefil olarak İstanbul’a getirdim. Yaverlik vermiştim ve kaymakamlığa (Yarbay) kadar çıkarmıştım. Gani Bey, eşkıya ruhlu bir adamdı. Kardeşi Esat Paşa da daha temiz bir yaradılışta olmadığı gibi…

İtiraf ederim ki, ben Gani Bey’e fazla meydan vermiş olmakla uygun ve doğru bir harekette bulunmamışım… Yaşasaydı, elbette yine Harput, belki de daha uzaklara def ederdim. Gani Bey’in ölümü, ne siyasi bir olaydır, ne de bir intikam eseri. “Bursalı Hafız” adında ve kendi ayarında bir yaratıkla anlaşmışlar, öteye beriye gözdağı verip haraç alırlarmış. Bir vurgun parası yüzünden aralarında kavga çıkmış. Gani, Hafız’ı öldüreceği sırada, Hafız daha tetik davranıp Gani’yi öldürmüş. Olay bundan ibaret…

Kan davası geleneği yüzünden kardeşinin kanını gütmek zorunda olan ağabeyisi Esat Paşa, Hafız’ı kovalayacak yerde, birkaç gün önce Büyük Ada’da Gani Bey’in saldırısına uğradığından ötürü öldürüldüğünü duyunca sevincini göstermekten başka bir kusuru ve hele cinayetle hiçbir ilişiği olmayan Rıfat Paşa’nın oğlu Cavit Bey’i güpegündüz, köprü üstünde öldürttü. Gönderdiği katil de Hacı Mustafa adlı bir arnavuttu.

Rıfat Paşa’nın şahsı ile ailesi fertlerini ikinci bir intikama hedef olmaktan korumak maksadı ile ve yine Rıfat Paşa’nın ricası üzerine, Cavit Bey’in katiline verilmiş olan idam cezasını, süresiz küreğe çevirdim.

Ben, Esat Paşa’yı kötülükten uzaklaştırmak için, bir süre jandarma kumandanlıklarında kullanmıştım. Onu Milli Murakabe’ye kabul edenler, Gani Beyin her surette kardeşi olan bu adama o kadar itibar ettiler ki, bir Halife’yi ilahi kaderin vermiş olduğu bir hükmü ulaştırmaya görevli ve içlerinde Rum, Ermeni, Yahudi cemaatlerinden adamlar da bulunan heyet arasına girebildi. Ve bunların arasında kendisine fenalık etmemiş ve bir çok fenalığına tahammül göstermiş bir Halife’ye, bir Padişah’a edepsizce:

-Seni Millet azletti!..

Demeğe imkân ve kudret buldu. Azlolunandan çok, azl eden utansın.

*Bu yazı, 2 Mart 2008 tarihinde Söz ve Adalet Dergisi’nin 1’inci sayısında yayınlanmıştır.

Kategoriler: Yazılar