Okuma Süresi: 13 dakika

Sadâbâd Paktı: Taraf olan Devlet Yöneticilerinin İç Tehdide Karşı İşbirliği Yapma Antlaşması

İtalya’nın 1935 yılında Habeşistan’a saldırmasının Türkiye’yi Doğulu devletlerle bir pakt çerçevesinde ilişkiler kurmaya yönelttiği, Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında kurulan Sadabat Paktı’nın öncüsü olması itibariyle, bu paktın Mustafa Kemal Atatürk’ün dış politika dehasının örneği olduğu yolundaki anlatımlar Sadabat Paktı hakkındaki genel kanaatlerdir.

Halbuki, 1.Dünya Harbi’nden sonra İngilizlerin kurduğu yeni dünya düzeni, Sadâbâd Paktı’na imza koyan ülkelerin bu yeni dünya düzenindeki yeri, birbirleriyle olan münasebetleri ve Sadâbâd Paktı’na imza koyan âkit devletleri yöneten kadroların kendi halklarıyla olan ilişkileri ile birlikte Sadâbâd Paktı’nın muhtevası göz önünde bulundurulduğunda, bu kanaatin bir ezberden ibaret olduğu anlaşılmaktadır.

Bu yazımızda, genellikle dış tehdit kuramıyla açıklanan ve değerlendirilen Sadâbâd Paktı, yukarıda bahsettiğimiz çerçevede diğer dinamikler de göz önünde bulundurularak değerlendirilmeye çalışılacaktır.

Sadâbâd Paktının Kuruluşu

Irak 1933 yılında Türkiye, İran ve Irak arasında bir saldırmazlık antlaşması imzalanması teklifinde bulunmuştu. Türkiye, yapılacak antlaşmaya İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin de iştirak etmesi halinde olumlu bakacağını bildirdi. Ancak İngiltere, bu ittifaka girmeyi kabul etmedi, bununla birlikte antlaşmaya desteğini verdi. Zaten, o tarih itibariyle fiilen İngiliz mandasının hâkim olduğu Irak’ın, İngiltere’nin teşviki ve desteği olmadan böyle bir teşebbüste bulunması mümkün değildi. Sovyetler Birliği ise, kendisiyle birlikte Afganistan’ın da ittifaka alınmasını talep etti. İçinde İngiltere’nin bulunmadığı bir ittifakın bölgede dengeleri bozacağı itirazı üzerine, Sovyetler Birliği ittifak dışında kalmayı kabul etti. Neticede, 2 Ekim 1935 tarihinde Cenevre’de, Türkiye, İran ve Irak üçlü işbirliği antlaşması parafe edildi. Bu mutabakatın ertesi günü (3 Ekim 1935),İtalya’nın Etiyopya’yı işgal etmesi sebebiyle, söz konusu antlaşma taslağı İtalya’ya karşı bir ittifak belgesi olarak algılanmıştır.

Üç ülke arasında parafe edilmiş olan bu metne, 1935 yılı Kasım ayında, Afganistan da katılmayı kabul ettiğini bildirmiştir. Bu dört ülkenin üzerinde anlaşmış olduğu metnin bir pakta” dönüştürülmesi uzun bir zaman almıştır. İran Hükümeti, Irak’la sınır konusunda anlaşmaya varıncaya dek Paktın imzalanmasının ertelenmesi gerektiğini Türk Hükümeti’ne bildirmiştir. Türkiye’nin aracılığı ile İran ile Irak arasında 4 Temmuz 1937’de İran-Irak Sınır Antlaşması” imzalanmıştır. İran ile Irak arasındaki sınır anlaşmazlığının giderilmesi üzerine İran, Irak, Afgan ve Türkiye Dışişleri Bakanları Tahran’da bir araya gelmiş ve müzakerelerde bulunmuşlardır. Dört devletin Dışişleri Bakanları 8 Temmuz 1937 tarihinde, adını müzakerelerinin yapıldığı saraydan alan Sadâbâd Paktını imzalamışlardır.

Sadâbâd Paktının Muhtevası

Sadâbâd Paktı 10 madddeden müteşekkil bir antlaşmadır. Antlaşmanın giriş bölümünde dostluk isteyen antlaşmaya taraf (âkit) devletlerin Milletler Cemiyeti Yasası çerçevesinde Yakın Doğu’da barış ve güvenliği sağlamak ve böylece genel barışa yardımcı olmak amacını güttükleri belirtilmiştir.

Antlaşmanın 1. maddesinde, tarafların birbirlerinin içişlerine karışmayacakları, 2. maddesinde ortak sınırların dokunulmazlığına saygı gösterecekleri, 3. maddesinde ortak çıkarların söz konusu olduğu uluslararası uyuşmazlıklarda birbirlerine danışacakları, 4. maddesinde birbirine karşı ne tek başlarına ne de başka devletlerle birlikte saldırıya geçemeyecekleri belirtilmiştir. Antlaşmanın, 5. maddesinde bir saldırı durumunda saldırıya uğrayan devletin kendini savunmak için önlemler alması tabii olmakla birlikte, sorunun Milletler Cemiyeti Konseyi’ne bildirilmesi gerektiği, 6. maddesinde taraflardan biri antlaşmaya taraf olmayan üçüncü bir devlete karşı saldırıya geçerse, taraflardan birinin, bir ön bildirimde bulunmaksızın antlaşmaya son verebileceği kabul edilmiştir.

Antlaşmanın en önemli maddesi olan 7. maddesinde taraflar, kendi sınırları içinde öteki tarafın kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak ya da hükümet rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, gruplar ya da örgütlerin kurulmasını ve onların eyleme geçmelerini engellemeyi, 8. maddesinde taraflar aralarında çıkabilecek uyuşmazlıkları 1928 tarihli Briand-Kellogg Antlaşması[1] çerçevesinde savaşa başvurmadan barışçı yollarla çözülmesini, 9. maddesinde tarafların Milletler Cemiyeti Yasası ile üstlendikleri yükümlülüklerin bu antlaşmayla kabul edilen hiçbir madde ile kısıtlanmaması düzenlenmiştir.

Antlaşmanın son maddesinde, antlaşmanın süresi, onayı, yürürlüğe girişi ve Milletler Cemiyeti Sekreterliği’ne tescili yöntemleri hükme bağlanmıştır. Bu maddeye göre, antlaşmanın süresinin beş yıl olduğu, bu sürenin bitiminden altı ay önce tarafların birisince antlaşmaya son verildiği bildirilmedikçe yeniden beş yıl için yürürlükte kalacağı, bunun daha sonraki dönemler için de geçerli olacağı yazılıydı.

Sadâbâd Paktı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 14 Ocak 1938 tarihli birleşiminde oylanarak tasdik edilmiştir. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, milletvekillerine yapmış olduğu kısa sunuş konuşmasında, Doğu Misakı’nın müzakere edilmesini rica etmiştir. Ancak, Pakt hakkında milletvekillerinden söz almak isteyen çıkmamış ve doğrudan oylamaya geçilmiştir. Yapılan oylama sonucunda Sadâbâd Paktı, oylamaya katılmış olan 254 milletvekilin tamamının olumlu oylarıyla kabul edilmiş, antlaşmaya taraf olan diğer devletlerin de onayından sonra 25 Haziran 1938 günü yürürlüğe girmiştir.

Sadâbâd Paktının “İttifak Teorileri” Açısından Değeri Nedir?

Sadâbâd Paktı’nın imzalanmasından sonra verilen ziyafette, Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras bir konuşma yapmış; konuşmasında Sadâbâd Paktı’nın mahiyetini şöyle açıklamıştır:

“İmza ettiğimiz Pakt, aynı mahiyette diğer taahhütlere benzeyen ve barış davasına yardım eden basit bir bölge antlaşması mıdır? Buna sadece ‘evet’ cevabı verilemez. Vakıa Paktın metni buna iştirak edenlere kendilerini ilgilendiren meseleler karşısındaki davranış tarzlarını düzenlemek için yalnız bir istişare taahhüdünü kapsamaktadır. Paktta ne karşılıklı yardım ne de askeri bir taahhüt zikir edilmiş değildir. Hatta, diyebilirim ki, muhteviyatı itibariyle bu Pakt Milletler Cemiyeti Paktının öngördüğü bölgesel paktların öngördüğü bölgesel anlaşmaların en basitidir. Eğer tahlilimizi burada kesecek olursak barış davasının ancak naçiz bir yardımcısı olduğunu ve daha çok mühimlerine bir ek teşkil ettiğini müşahede ederiz”[2]

Tevfik Rüştü Aras konuşmasının devamında, “psikolojik bakımdan bu pakt, nazarlarımızda büyük bir değer taşımakta ve tükenmez bir memnuniyet menbaı olmaktadır.sözleriyle, antlaşmanın askeri bir işbirliği ve dayanışmayı öngörmediğini, taraflar arasında sadece istişare mekanizması getirdiğini vurgulayarak bu antlaşmanın daha ziyade psikolojik etkisini öne çıkaran bir konuşma yapmıştır.

Gerek dönemin dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın konuşması, gerekse mecliste görüşülmesi sırasında dışişleri bakanının ricasına rağmen hiçbir milletvekilinin bu antlaşma hakkında söz almamış olması, Sadâbâd Paktı’nın imzalandığı dönemde çok büyük bir ilgiye mazhar olmadığını göstermektedir. Sadâbâd Paktı, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Atatürkçülüğün bir ideoloji olarak köpürtülmesi sırasında, döneminde algılanmadığı şekilde abartılmış ve Atatürk’ün dış politikadaki dehasının bir örneği olarak sunulmuştur.

Tekrar antlaşmaya dönecek olursak, Tevfik Rüştü Aras’ın konuşmasında bahsettiği gibi Sadabat Pakt’ı, âkit devletlerarasında ortak tehdide karşı karşılıklı yardım ve askeri taahhütler vâz eden bir ittifak antlaşması değildir. Bu yönüyle klasik ittifak antlaşmalarından farklıdır.

Uluslararası ilişkiler disiplininde devletlerin birbirleri ile neden, nasıl ve ne zaman ittifak ilişkisi içine girdiğini açıklamayı amaçlayan kuramların çoğu, ittifak davranışını öncelikle güvenlik boyutu ile ele almayı tercih etmektedirler. Ağırlıklı olarak neo-realist kuram olarak bilinen teorinin taraftarları, ittifakların genellikle devletlerin ulusal güvenliklerini kolektif bir biçimde sağlamak amacıyla kurulduğunu iddia ederler. Böylelikle bir tehdit algılamasını ön plana çıkarırlar. Buna göre, devletler algıladıkları bir tehdidi önlemek, eğer bu mümkün değilse tehdidi en az zararla atlatmak için bireysel güçlerine güvenemedikleri durumlarda kolektif bir güvenlik sistemi olarak ittifak kurmayı tercih ederler.[3] Ancak neo-realist kuramın temel taşı olan bu “güç dengesi” anlayışı, üçüncü dünya ülkelerinin kendilerine has bazıözelliklerini göz ardı ettiği ve devletleri tek tipleştirdiği için bu ülkelerin ittifak davranışlarını yeterince açıklayamadığı gerekçesiyle eleştiriye uğramıştır.

Neo-realist kuramı yetersiz bulan analistlerden Steven David’e göre[4], yeni bağımsız olan ve iç istikrarını oturtamayan üçüncü dünya devletlerinde yönetici elitler meşruiyetlerini tabana tam anlamıyla kabul ettiremediklerinde iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen diğer iç güç odaklarını birincil tehdit olarak algılarlar. Diğer bir deyişle, neo-realist kuramın temel taşı olan içeride hiyerarşik bir düzeni oturtmuş ve sınırları dâhilinde tam egemen, dışarıda ise diğer devletlerle eşit egemenliğe sahip devlet modeli üçüncü dünya için geçerli değildir. Üçüncü dünya devletlerinin yöneticilerinin iç tehdidi ortadan kaldırabilmek için tüm güçleriyle içeriye odaklanmaları gerekir ancak mevcut dış tehditler nedeniyle de bunu yapamazlar. İşte bu noktada birincil (iç) tehdidi ortadan kaldırabilmek için ikincil (dış) tehdit ile uzlaşma yolunu tercih ederler. Böylelikle dış güvenliklerini sağlamak için ittifak davranışı içine girerler. Bu anlayışa göre ittifakı yapan devlet değil, o devletin iktidarını tam olarak sağlamlaştıramamış yönetici elitidir. Bu yönüyle ittifak, zayıf konumda olan bir devletin kendisine göre güçlü konumda olan bir devletle ittifak yapması olarak algılanabileceği için özünde iç tehdidin dış ittifak ile dengelendiği bir dengeleme stratejisidir. Yönetic ielit hem iç hem de dış tehditleri dengeleme arayışında olduğu için David bu kuramına “her şeyi dengeleme” (omni-balancing) adını vermiştir.

Sadâbâd Paktı, Âkit Devlet Yöneticilerinin İç Tehdit Korkusundan Doğmuştur.

Steven David’in, yeni bağımsız olan ve iç istikrarını oturtamayan üçüncü dünya devletlerinde yönetici elitlerin, meşruiyetlerini tabana tam anlamıyla kabul ettiremedikleri durumlarda, rakip diğer iç güç odaklarına karşı dış dünya ile ittifaka girmelerine dayalı analizi, Sadâbâd Paktı’nı anlamak için oldukça elverişlidir.

Nitekim,Sadâbâd Paktı’nın kurulmasını tacil ve teşvik eden tehdidin, Mussolini’nin19 Mart 1934 günü Faşist Kongresi’nd “İtalyanın Asya ve Avrupadaki misyonuna dair olan nutku olduğu yolundaki klasik değerlendirmeler gerçeği yansıtmamaktadır. Zira, İtalya’nın tehdit ettiği coğrafya Doğu Akdeniz ve Balkanlar olup Sadâbâd ittifakının diğer ülkeleri olan İran, Irak ve Afganistan Mussolini tehdidine muhatap ülkeler değildir. Dolayısıyla, İtalyan tehdidine karşı, Türkiye’nin doğu sınırlarını güvence altına almak maksadıyla bu ittifakın yapılmış olduğu tezi gerçeğe uygun değildir.

1935-1938 yılları Avrupa’da, Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası sistemin devamını ve yeni sistemin kurduğu sınırların değişmezliğini savunan “anti-revizyonist” akıma karşı itirazların ve bloklaşmanın yükseldiği dönemdir. 1919 yılında Versay’da ku­rulan yenidünya düzenini korumak üzere Milletler Cemiyeti kurulmuştu. Bu teşkilatın görevi, üye devletlerin Versay düzeni ile tesbit edilen toprak bütünlüklerine ilişkin statusquo’yu korumaktı. Bu düzenden memnun olmayan Japonya 1932’de, Almanya 1933’de Milletler Cemiyeti’nden ayrıldı. Bunu İtalya’nın 1937’de Milletler Cemiyeti’nden ayrılması izledi.Ayrışmanın yaşandığı bu dönemde Türkiye tercihini, İngiltere’nin başını çektiği “anti-revizyonist” bloktan yana yapmış, 9 Şubat 1934’teYugoslavya, Yunanistan, Romanya ile Balkan Paktı’nı imzalayarak anti-revizyonist kampa katılmıştır.

17 Haziran 1934’te Atatürk’ün İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi P. Loraine ile görüşmesinden itibaren Türk-İngiliz ilişkileri müttefiklik seviyesine doğru yönelmiştir. İngiltere’nin 1935 Kasım’ında İtalyan saldırısına uğraması halinde askeri yardım yapma teklifini Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya ile birlikte kabul etmiştir. Akdeniz Paktı adı verilen bu ittifakla Türkiye dış güvenlik bakımından İngiltere’ye dayanmaya başlamış, 1936 yılında İngiltere’ye ikili ittifak kurma teklifinde bulunmuştur.

1.Dünya Harbi sonunda çizilen sınırların ve statükonun değişmemesi gerektiğini savunan “anti-revizyonist” blok, Sadâbâd Paktı ile birlikte, etki sınırlarını Asya’da Hindistan’a kadar ulaştırmıştır. 1.Dünya Harbi’nden sonra, bu bölgede İngiltere’nin öncülüğünde kurulan ulus devletlerin kendi aralarındaki sınır ihtilafları da çözülerek aralarında bölgesel bir blok gerçekleştirmeleri sağlanmıştır.

Bilindiği üzere, 1.Dünya Harbinden sonra Ortadoğu’da pek çok ulus devlet ortaya çıkmıştır. Bu devletlerin kurucu ve yönetici elitleri, İngiltere’nin çizmiş olduğu hudutlarına sahiplenmek, bu sınırlar içerisinde batılı normlarda bir ulus devlet kurmak suretiyle batı dünyasına ait olmak, tek etnisite ile temsil edilen bir millet yaratmak gibi ortak ideallere sahip olmuşlardır. Bu dönemde, çoğunluğu teşkil eden etnik unsurun tek hâkimi olduğu, diğer unsurları asimile ettiği, asimile edilemeyenlerin ise yok edilmesinin meşru görüldüğü bir dünya düzeni ortaya çıkmıştır. Modern ulus-devlet laik yapısı gereği, aynı zamanda halkın dini tercihleri ile de çatışmak durumunda kalmıştır. Bu projeye yönelik itirazlar ve hak talepleri çoğu zaman devlet düşmanlığı kabul edilerek cezalandırılmıştır.

Pek çoğunun arasında sınır ihtilafları bulunmasına rağmen ulus-devletlerin yöneticileri, bir şekilde bu ihtilafları çözmeyi ya da ertelemeyi tercih etmiş, ortak ideallere sahip yönetici sınıf, modernleşmeye direnen kendi halklarına karşı işbirliği yapma yollarını aramıştır. Sadâbâd Paktı işte bu konjonktürün ürünü olarak doğmuştur. Nitekim, antlaşmanın asıl amacını teşkil eden 7’inci maddesinde taraflar, kendi sınırları içinde öteki tarafın kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak ya da hükümet rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, gruplar ya da örgütlerin kurulmasını ve onların eyleme geçmelerini engellemeyi taahhüt etmişlerdir. İçerdeki meşruiyet problemlerini dış ittifaklarla çözmeye çalışmışlardır.

İttifakın tarafı olan ülkelerin 1919-1936 dönemi tecrübelerine bakıldığında, bu değerlendirmemizin hiç te haksız olmadığı görülecektir.

Türkiye:

24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Barış Antlaşmasından sonra, Mustafa Kemal Atatürk yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti’nde batılı manada yeni modern bir ulus-devlet oluşturma çabasına girişilmiştir. Atatürk Devrimleri adı altında toplumu değiştirmeye yönelik bir dizi değişiklik 1924 yılından itibaren hayata geçirilmiş, hilafet kaldırılmıştır. 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu ile her türlü muhalefet bastırılmış, gerek dini gerekse etnik kökenli talepler İstiklal Mahkemeleri tarafından cezalandırılmıştır. Bu dönemde Osmanlı geçmişi ile her türlü bağ reddedilmiş, yeni ulus için yeni bir tarih üretilmiş, başta Kürtler olmak üzere Anadolu’da yaşayan bütün etnik unsurlar Türk kökenli olduğuna cebren ikna edilmeye çalışılmıştır. Bu dönemde kurulmasına izin verilen iki siyasi parti, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve ardından kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası kısa süre sonra kapatılmış, siyasi muhalefete izin verilmemiştir.

O dönemin en büyük tartışma konusu olan ve Lozan’da çözümlenmeyen Musul Meselesi, 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması ile, Musul’un İngiltere’ye bırakılması ile çözümlendi ve Türkiye Irak sınırı çizildi. Türkiye en büyük uluslararası problemini böylece çözmüş oluyordu. İran ile sınırımız ise 1639 yılında imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla belirlenmişti. Ancak, iki ülkenin sınır bölgesinde yaşayan Kürt aşiretlerinin yarattığı problemler iki devlet arasında gerginliğe neden oluyordu. Ağrı İsyanlarından sonra, 1932 yılında yapılan sınır tashihiyle iki ülke arasındaki hudut problemi de çözümlenmiş oldu. Artık doğu sınırlarımızın olduğu iki ülke (ırak ve İran) ile işbirliği yolu açılmıştı.

İran:

İngilizler, Rusya’ya karşı tavizkar tutumları nedeniyle, Kaçar Hanedanı’nın devrilmesine ve Rıza Şah’ın İran’da kral olmasına yardımcı oldular. Rıza Pehlevi, İran’da bir ulus-devlet ve kimlik inşasını 1924’ten itibaren başbakanlık döneminde resmi devlet politikası haline getirdi. İran’da ulus-devlet projesi Fars merkezli bir İranlılık olgusu çerçevesinde teorize edilmişti. Pehlevi Hanedanının (1924-1979) Fars merkezli İranlılık kimlik anlayışı Şia’yı dışlayan ve eski İran’ı hedef alan bir ulus-devlet projesiydi. Kendisini “Pers Kralı” olarak ilan eden Rıza Han ordu, iktisat ve toplumun bütün güç odaklarını denetimine almış, 1927 yılında partileri yasadışı ilan ederek siyasileri tutuklatmıştı. Uyguladığı aşırı baskıcı yöntemlerle toplumun direnç gösteren kurumlarını çökertmişti.

Modern İran’ı kurmayı amaçlayan Rıza Şah, modernleşme ve Batılılaşma ideolojisinin ayrılmaz parçası olarak, ulus-devlet anlayışını yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Bu amaç, merkeziyetçi bir devleti ve türdeş bir halkı gerektirdiğinden, Rıza Şah etnik kimlikleri inkâr politikasını benimsemiş ve şoven bir Fars milliyetçiliği anlayışına sarılmıştır. Azeri Türkleri, Kürtler ve diğer etnik unsurlar baskı altına alınarak âri ırktan geldiklerine ikna edilmeye çalışılmış, Fars olmayan halkların kendilerini değersiz dilsel/etnik/kültürel kimliklerinden arındırarak üstün âri ırkın dili olan Farsça konuşmaya teşvik edilmişlerdir. Rıza Şah ideolojisine göre, İran’da uygarlığın temelini âriler atmışlardır ama bu uygarlık Araplar ve Türkler tarafından saldırıya uğradığından, gelişmesi önlenmiştir. Bu bakımdan Türkler, Araplar ve İslâmiyet İran’ın tarihi düşman olarak işlenmiştir. YervandAbrahamyan’a göre, Rıza Şah’ın modernleşme için kullandığı araçlar dinsizleştirme, kavimcilikle mücadele, Fars milliyetçiliğini yayma, eğitim sistemini geliştirme ve devlet kapitalizmidir.[5]

Rıza Şah 10 Haziran-6 Temmuz 1934 tarihleri arasında Türkiye’ye gelerek resmi ziyarette bulundu. Türk devrimlerinden etkilenmiş olarak dönüşünde ilk iş olarak sarık, cübbe ve kadınlarda peçenin ve çarşafın kaldırılmasını emretti, kılık kıyafet devrimi yaptı. Şah’ın giriştiği reform hareketleri Türkiye tarafından daima desteklendi.

Irak:

Irak 1920 yılında Milletler Cemiyeti’nin geliştirdiği manda sistemi çerçevesinde ve İngiliz idaresi altında bir devlet olarak ortaya çıkmış ve bağımsızlığını ancak 1930 yılında İngiltere ile imzaladığı ve İngiliz mandasının resmi olarak sona ermesi ile sonuçlanan bir anlaşma ile 1932 yılında kazanmıştır.

1933 yılında Kral Faysal’ın ölümü üzerine Irak kralı olan Gazi, Arap Birliği taraftarı olan Yasin el-Haşimi’yi başbakanlığa getirmişti. El-Haşimi hükümeti, Irak liderliğinde bir Arap birliği kurma siyasetine ağırlık vermiş ve 1936 yılında Irak’ın girişimleri ile Suudi Arabistan, Irak ve Yemen arasında bir Arap Antantı imzalanmıştı. Arap Birliği projesi, resmen manda yönetimine son vermekle birlikte Irak’ın hâlâ gerçek hâkimi olan İngilizleri rahatsız etmişti. İngiltere, Arap Birliği karşıtı, ulus devlet yanlısı milliyetçi subayları bu hükumeti devirmek üzere seferber etti. 1936 yılının Ekim ayında, Arap Antantı’nın imzalamasından birkaç ay sonra, Irak milliyetçisi subaylardan Bekir Sıtkı ile Hikmet Süleyman bir askeri darbe ile Yasin el-Haşimi hükümetini devirdiler. Yeni kurulan ulus-devlet yanlısı Irak hükumeti, meşruiyetini ve devamlılığını sağlamak üzere, bölgede kendisi gibi ulus-devlet projesini hayata geçirmeye çalışan, batı yanlısı, modernleşmeci devletler ile bir ittifak kurma ihtiyacını hissetti. Bu Arap ittihadı politikasına karşı İngiltere’nin de desteklediği bir politikaydı. Nitekim, dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras, Sadâbâd Paktı’nın oya sunulduğu sırada yaptığı konuşmasında bu gerçeği şu sözlerle ifade etmiştir;

Diğer taraftan, yine arkadaşlarımın da malumudur ki, şark misakı azaları arasında bulunan Irak’ın İngiltere ile ittifak muahedesi vardır. Herhangi bir misaka imza koymak için İngiltere Devletinin muvafakati zaruridir. Binaenaleyh bu misak iki komşu devletin muvafakatlarının hatta müzaheretlerinin (yardımlarının) inzimamı ile yapılmıştır.6]

Hikmet Süleyman Hükümeti bir taraftan Türkiye ve İran ile ilişkilerini geliştirmek diğer taraftan da Irak’ın Arap komşularını ve Pan-Arap muhalefeti yatıştırmak için ikili bir politika izledi. İran ile olan sınır anlaşmazlığının Türkiye’nin arabuluculuğu ile Irak lehine çözülmesini sağlamaya ve Türkiye ve İran ile yapılacak herhangi bir ittifakın Arap devletleri aleyhine olmayacağı yönünde bir izlenim yaratmaya çalıştı. 1937 yılının Temmuz ayında İran ve Irak arasındaki sınır anlaşmazlığının çözülmesi, Hikmet Süleyman’ı İran ve Türkiye ile yapılacak bölgesel bir paktın diğer Arap devletleri tarafından aşırı bir tepki ile karşılanmayacağı yönünde ikna etti. Böylelikle Irak da Sadâbâd Paktı’nın kurucularından biri oldu.

Afganistan:

Afganistan, Cumhuriyet Türkiyesi’nin modernleşme sürecinden etkilenmiş olup, Sadâbâd Paktı’nın imzalandığı döneme kadar hüküm süren üç kral, Amanullah Han, Muhammed Nadir Şah ve Zakir Şah bu tecrübelerden istifade etmek üzere Türkiye ile yakın ilişkiler kurmuştur.

Amanullah Han 18 Ağustos 1919’da Afganistan’ın bağımsızlığını resmen ilân etmiştir. Batılı anlamda modern bir ulus-devlet kurmak, batılı hayat tarzını topluma yerleştirmek isteyen Amanullah Han, ülkesinde başlattığı çağdaşlaşma hamlesini yönlendirmek üzere diğer ülkelerdeki gelişmeleri yerinde izlemek amacıyla 1927’nin Aralık ayında birçok ülkeyi kapsayan bir geziye çıktı. Sırasıyla Mısır, Fransa, Belçika, İsviçre, Almanya, İngiltere ve Rusya’yı ziyaret etti. Nihayet eşi ile birlikte 20 Mayıs 1928’de Türkiye’ye geldi.

The New York Times’da Afgan Kral’ının Türkiye gezisi ve Türk-Afgan Antlaşması üzerine yayınlanan uzun makaledebu gezi etraflıca anlatılmış ve yorumlanmıştır. Makalede dile getirilen görüşleri Bilal Şimşir şu şekilde özetlemektedir: (..) Emanullah Han, Türkiyeye gelince görmüştür ki burada İslam artık devlet dini olmaktan çıkmıştır. Koyu Sünni Müslümanların nefret ettiği alkollü içki ve sigara burada devlet tekeliyle üretilmektedir. Emanullah Han, doğululara has mecazlı bir ifadeyle benim iki gözüm var, biri Türkiye diğeri Afganistan demiştir.

Yeni antlaşma ile Türkiye öyle bir etki yaratacaktır ki zamanla bu doğuda birbirlerine rakip olan İngiltere ve Rusya için de derin anlam taşıyacaktır. Cumhuriyetin dini yaşamında yaptığı ihtilalci yenilikleriyle Hindistan üzerindeki nüfuzunu bir ölçüde zayıflatmış olan Türkiye, Afganistan’ı batılılaştırmakla Hindistanda yeniden nüfuzunu artıracaktır. (İsmail Akbaş, Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi, Çttad,Vıı/16-17, 2008/Bahar-Güz ,S.329-330, Bilal N Şimşir’in alıntı yapılan kitabı “Atatürk ve Afganistan”, s.s.193)

Amanullah Han dönüşünde, Türkiye’den etkilenerek kıyafet reformunu hayata geçirip geleneksel kadın kıyafetlerini yasaklamıştır. Ancak, uygulamaları din adamları ve aşiretlerin direnci ile karşılaşmış ve isyana dönüşmüştür. Atatürk, Amanullah yönetimine karşı çıkan isyan hareketinin bastırılmasına yardımcı olmak için Afganistan’a bir Türk birliği göndermiştir. Ancak Türk askeri gücü yetişemeden tahttan düşen Amanullah Han İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri tarafından 1928 yılında Afganistan dışına kaçırılmıştır.

İsyancıların bir yıllık isyanına son veren Nadir Han 1929 yılında iktidarı ele almış, 1933’e kadar Afganistan’da monarşi idaresini sürdürmüştür. Bu yılda bir öğrenci tarafından öldürülen Nadir Han’ın yerine oğlu Muhammad Zahir iktidara gelmiştir. Afgan Kralı Zahir Şah, Amanullah Han’dan sonra gevşeyen Türkiye ile dostluk ilişkilerini geliştirmek üzere gayret göstermiştir. 1930’ların ikinci yarısında ülkede Alman nüfuzunun artış göstermesi, Zahir Şah’ı endişelendirmiş ve Afganistan’ın Sadâbâd Paktı’na girmesini teşvik eden önemli sebeplerden birisi olmuştur. Türkiye, İran-Afganistan sınır problemlerinin çözümünde, 1934 yılında Milletler Cemiyeti’ne girmesinde yardımcı olmuştur.

Sonuç

Sadâbâd Paktı’nın doğrudan İtalyan tehdidine karşı yapılmadığı açıktır. Ancak, dünyanın revizyonist ve anti-revizyonist olarak iki kutba bölündüğü dönemde, Sadâbâd Paktı’nın tarafları anti-revizyonist blokta yer almışlar ve İngiltere’nin, yumuşak karnı olan Hindistan üzerinden revizyonistler tarafından tehdit edilmesini önlemişlerdir.

Öte yandan her dört ülke, 1.Dünya Harbi’nin galibi devletlerin kurduğu dünya düzenine ve onların oluşturduğu statükonun değişmezliğine kesin olarak itaat etmişler, imzaladıkları paktın metninde bunu ifade etmişlerdir.

Sadâbâd Paktı’nın tarafı dört devletin yönetici elitleri, Versay düzeninin oluşturduğu paradigmaya uygun olarak, batı dünyasının bir parçası olmak üzere, kendi coğrafyalarında modern bir ulus-devlet kurma hedefinde ittifak etmişler, bunun için öncelikle hudut ihtilaflarını gidermişlerdir. Ardından bu hudutlar içerisinde her devlet kendi ulusunu yaratma projesini hayata geçirmeye çalışmıştır. Gerek tek ulusal kimlik yaratma projesine itiraz eden azınlıkların direnişine, gerekse modernleşmeye karşı çıkan dindar kesimlere karşı ittifak etmeye ve birbirlerine karşı bu unsurları kullanmamaya karar vermişlerdir.

Bu ittifaktan tabii olarak dindar halkla birlikte en fazla Kürtler zarar görmüştür. Türkiye, İran ve Irak’ta yaşayan Kürtler ulus inşası süreçlerinde Türkiye’de Türk, İran’da Aryan, Irak’ta Arap kimliğini kabule zorlanmışlardır. Bu duruma direnmeleri dolayısıyla Kürtler, Kürt nüfus barındırmayan Afganistan dışındaki diğer müttefikler tarafından, ortak tehdit olarak algılanmışlardır. Bu ortak tehdit üç devleti politik olarak birbirine daha da yakınlaştırmıştır.

Ancak, 18 Haziran 1941’de Türk-Alman Saldırmazlık Paktı’nı imzalayan Türk Devleti’nin revizyonist Almanya’ya yakınlaşması, diğer yandan aynı yıl İran’ın anti-revizyonist blok mensubu İngiltere ve Rusya tarafından işgal edilmesi ile Sadâbâd Paktı fiilen hükümsüz kaldı. 1955 senesinde Bağdat Paktı’nın imzalanması ile önemini tamamen kaybetti. Hukukî varlığını sürdüren Sadâbâd Paktı, 1980 yılındaki Irak-İran Savaşı’na kadar yürürlükte kaldı.

Yararlanılan Kaynaklar

AKBAŞ, İsmail, “Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi” ,ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.311-333

ARMAOĞLU, Fahir, 2o.Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1980, 2.Baskı, Ankara 1983.

GEDİL, Aynur, “Atatürk Döneminde Türk-İran İlişkileri”, A.Ü. Türk inkılap Enstitüsü Tarihi Yüksek Lisans Tezi, 1986.

KASALAK, Kadir, “Irakta Manda Yönetiminin Kurulması ve Atatürk Dönemi Türkiye-Irak İlişkileri”, Askerî Tarih Araştırmaları Dergisi Sayı 9 Şubat 2007 Yıl 5. s. 187-201.

KÖCER, Mehmet, “Atatürk İnkılabının Nadir Şah Döneminde Afganistan’ın Modernleşme Çabasına Etkisi”,TurkishStudies International Periodical Forthe Languages, Literatureand History of Turkishor Turkic Volume 3/4 Summer 2008.

PALABIYIK, Mustafa Serdar, “Sadâbâd Paktı (8 Temmuz 1937): İttifak Kuramları Açısından Biir İnceleme”, Ortadoğu Etütleri, Temmuz 2010 Cilt 2, Sayı 3.

SANDER, Oral, Siyasi Tarih (1918-1994), 6. Baskı. Ankara, İmge Kitapevi, 1998.

SENCER, Aslı Nur, “Tevfik Rüştü Aras Dönemi Olaylarla Türk Dış Politikası”, SBE Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Anabilim Dalında Hazırlanan Yüksek Lisans Tezi.

SOYSAL, İsmail, Türkiye’nin Siyasi Andlaşmaları 1.Cilt (1920-1945) 3.Baskı, TTK Basımevi, Ankara 2000.

TBMM Zabıt Ceridesi, c.26, s.254-255. İçtima: 3.Devre

TURAN, Davut, “İranda Milli Kimlik İnşası, Farslık ve Şiiliğin İçselleşmesi- İkinci Bölüm”

http://www.gunaskam.com/tr/index.php?option=com_content&task;=view&id;=297&Itemid;=1

Dipnotlar

[1]”Briand Kellogg Andlaşması”, ülkeler arasındaki anlaşmazlıkların savaşa başvurulmadan çözümlenmesi sağlamak amacıyla yapılan bir andlaşmaydı. 1927 yılında, ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişinin onuncu yıldönümünde, Fransız Dışişleri Bakanı AristideBriand, Fransa’ya Avrupa’da özel bir prestij kazandırmak amacıyla, ABD ile Fransa arasında ilişkilerde savaşın kanun dışı ilan eden karşılıklı bir yükümlülükte bulunulmasını önerdi. ABD Dışişleri Bakanı Kellogg ise, ‘savası ulusal politikanın bir aleti olmaktan çıkarma yükümlülüğünün’ çok taraflı andlaşmalarla sağlanması önerisinde bulundu. Kellogg’un bu önerisini kapsayan Briand-Kellogg Andlaşması, 1928 Ağustos’unda ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Belçika ve Çekoslovakya arasında imzalandı. Daha sonra Türkiye dahil başka devletlerinde imzaladığı bu Andlaşma, İngiltere ve Fransa’nın içtenlikten uzak politikaları ile Almanya, Japonya ve İtalya’nın saldırgan politikaları nedeniyle işlerliğini yitirdi. Oral Sander, Siyasi Tarih (1918-1994), 6. bs. Ankara, İmge Kitapevi, 1998, s. 35-36.

[2]Ulus, 12.7.1937.

[3]Mustafa Serdar PALABIYIK’ın Sadabad Paktı (8 Temmuz 1937):İtti·fak Kuramları Açısından Bi·r İnceleme başlığıyla Ortadoğu Etütleri, Temmuz 2010 Cilt 2, Sayı 3’de yayımlanan makalesi bu konuda değerli bilgiler vermektedir.

[4] Mustafa Serdar PALABIYIK, yukarıdaki dipnotta belirtilen makalesinde, Steven R. David’in World Politics, Cilt 43, Sayı 2 ‘de yayımlanan Explaining Third World Alignment başlıklı makalesine referans vermiştir.

[5] Davut Turan, İranda Milli Kimlik İnşası, Farslılık ve Şiiliğin İçselleşmesibaşlıklı 4 bölümden oluşan makalesinde, Abrahamyan, Yervand’ın (1999) İran Beyne Do Engelab ( İki Devrim Arasında İran). Tahran: Enteşarat-e Merkez. Kitabından alıntı yapmıştır. Davut Turan’ın ilgi çekici makalesi için bakınız

http://www.gunaskam.com/tr/index.php?option=com_content&task;=view&id;=297&Itemid;=1

[6]TBMM Zabıt Ceridesi, c.26, s.254-255. İçtima: 3.Devre

*Bu yazı 31 Ağustos 2012 tarihinde Haber10 sitesinde yayınlanmıştır.

Kategoriler: Yazılar