Okuma Süresi: 11 dakika

ABD Dışişleri Bakanlığı Ekonomik İşler Müsteşarı George McGhee, Marshall Planı çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye’ye yardım koordinatörü, Yakındoğu, Güney Asya ve Afrika’dan sorumlu Başkan Yardımcısı ve 31 Ocak 1952-19 Haziran 1953 döneminde ABD’nin Türkiye Büyükelçisi olarak görev yapmış bir Amerikan diplomatıdır. George McGhee’nin 1947-1953 yıllarına ait hatıraları Belkıs Çorakçı’nın tercümesiyle, ”ABD-Türkiye-Nato-Ortadoğu” adı altında 1992 yılında Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanmıştır. Truman Doktrini’nin ilanından itibaren ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’yle en yakından ilgilenen görevlisi olarak George McGhee’nin hatıraları, bir dönemin aydınlatılması bakımından oldukça önemlidir. Bu dönem, İngiltere’nin çekilmek zorunda kaldığı Ortadoğu’ya ABD’nin nüfuz etmeye başladığı dönemdir. ABD’nin yaklaşık 60 yıl sonra fiilen Ortadoğu’dan çekilmeye başladığı günümüzde, söz konusu hatırat farklı bir gözle okunmayı hak etmektedir.

Abd-Türkiye Nato-Ortadoğu - George Mcghee | Nadir Kitap

George McGhee hatıratının ilk kısımlarında,  Truman Doktrini ve Marshall Yardımı çerçevesinde Türkiye’ye yardım koordinasyonu görevinden bahsetmekte, hatıratın izleyen kısımlarında, ABD’nin kendisine bir Ortadoğu politikası geliştirmeye çalıştığı 1948 sonrası döneme ilişkin faaliyetlerini ve gözlemlerini anlatmaktadır. Bu yazımızda, ABD ve İngiltere’nin 2.Dünya Savaşı sonrası yeni Ortadoğu politikası oluşturma çabaları ve Türkiye’nin rolü,  George McGhee’nin hatıra ve değerlendirmelerinden hareketle anlatılmaya çalışılmıştır.

George McGhee, ABD Kuvvet Komutanları Kurulu’nun 23 Ağustos 1946’da yaptığı toplantıda, Sovyet tehdidi ve Amerikan politikalarının değerlendirilmesi neticesinde, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da “en önemli unsur” olduğu sonucuna varıldığını ve bu hususun bir memoranduma bağlandığını ifade eder. Dışişleri, Savunma ve Donanma Bakanlıkları Sovyetlerin açık tehdidi altında bulunan Yunanistan, Türkiye ve İran’ın bağımsızlığının korunması konusunda birleşirler. Bu değerlendirmelerden sonra, ABD’nin Yunanistan, Türkiye ve İran konusundaki politikaları baştan sona değişir.

1947’de yapılan Kuvvet Komutanları Kurulu’nda, Ortadoğu’daki barışın ABD güvenliği için hayati önem taşıdığı tespit edilerek, bu bölgeyi savunmak için gereğinde siyasal, ekonomik hatta askeri gücün kullanılması Amerikan politikası olarak kararlaştırılır. Ortadoğu savunmasının odak noktasına Yunanistan ve Türkiye yerleştirilir. O dönemde, ABD’nin Ortadoğu’nun tümünü kapsayan bir soğuk savaş stratejisi henüz mevcut değildir. Çıkardığı petrolü kendisine yeten ABD, Ortadoğu’da sadece Suudi Arabistan’la özel ilişkiler geliştirmekle iktifa ediyor, Sovyetlere sınır komşusu olmayan diğer Ortadoğu ülkeleri ile güvenlik paktı imzalamayı da gerekli görmüyordu.

ABD 1947 yılında, Truman Doktrini çerçevesinde, Sovyet tehdidine karşı Yunanistan ve Türkiye’yi askeri yardımlarla destekleme kararı alır. Truman doktrinin özü “silahlı azınlıkların ya da dış baskının boyunduruk sağlama çabalarına direnen özgür insanları desteklemek” tir. Dışişleri Bakanlığı Ekonomik İşler Müsteşarı olan George McGhee “Türk-Yunan Yardım Yasası” olarak bilinen 75 sayılı yasa çerçevesinde yapılan yardımları yönetmekle görevlendirilir. Böylece George McGhee için,  ABD-Türkiye ilişkilerini yedi yıl boyunca yakından izleyeceği bir süreç başlar. Yardım koordinasyonu sırasında Türkiye’nin siyasi ve askeri yönetici tabakasıyla tanışıp, yakın ilişkiler kurar.

George McGhee, 8 Haziran 1949’da, Başkan Truman tarafından Yakın Doğu, Güney Asya ve Afrika’dan sorumlu Başkan Yardımcılığına atanır. Bu bölgeler, o zaman itibariyle, 600.000.000 kişinin yaşadığı, ikinci dünya savaşından önce sadece yedi ülkenin bağımsız olduğu, geriye kalan halkların sömürge statüsünde yönetildiği coğrafyadır. McGhee önceki görevi olan Yunanistan ve Türkiye’ye yardım programını da yönetmeye devam eder.

Henüz Ortadoğu’ya yabancı olan George McGhee başkan yardımcısı olunca, İngiltere Dışişleri Bakanlığında kendisi ile benzer görevleri yürüten Michael Wright’a, Ortadoğu’yla ilgili kilit ekonomik ve siyasi konularda fikir alışverişinde bulunmak üzere bir araya gelme teklifinde bulunur. Her iki hükümetin geniş yetkili temsilcileri 14 Kasım 1949’da Washington’da bir araya gelirler. Michael Wright müzakerelerde, İngiltere’nin görüş açısına göre, Ortadoğu’nun Batı ile Sovyetler arasındaki genel mücadelenin kilit noktası olduğunu, Ortadoğu’dan Batı etkisinin çekilmesiyle boşluğu SSCB’nin dolduracağını, bunun peşinden Afrika’ya ilerleyebileceklerini, Asya’da İngiliz çıkarlarına büyük zarar vereceklerini, Ortadoğu’nun kaybedilmesi halinde petrolden ve pamuktan yoksun kalacak olan İngiltere’nin savaş sonrası bozulan ekonomisini toparlayamayacağını, Ortadoğu’da güçlü bir ABD varlığının her iki ülkenin de yararına olacağını ifade eder.

İngiltere 26 Ağustos 1936 da yaptığı anlaşma ile, 1882’den beri işgal altında bulundurduğu Mısır’a bağımsızlığını vermek zorunda kalmış, karşılığında Süveyş Kanalında 10 bin asker ve 500 pilot bulundurma hakkını elde etmişti. İngiltere II. Dünya Savaşında bu anlaşma hükümlerine dayanarak Mısır’a 200 bin asker yığmıştı. Ancak, savaş sona ermesine rağmen Mısır’dan kuvvetlerini çekmemekte ısrar ediyordu. Mısır halkının şiddetli direnişiyle karşılaşan İngiltere, hiç değilse Hindistan’la bağını sağlayan Süveyş’te kalmanın yollarını arıyordu.

Görüşmede ABD tarafı, komünizmi bölgeden uzak tutmaya çalışmanın yeterli bir strateji olmadığını, aynı zamanda ekonomik gelişmeyi sağlamak, sosyal ve siyasal sistemleri güçlendirerek bölgede hayat şartlarını iyileştirmek gerektiğini söylüyordu. Her iki taraf,  Fransa’nın her ne pahasına olursa olsun statükonun korunması gerektiği görüşüne katılmamakta mutabıktı. ABD ve İngiliz tarafı, komünizme karşı milliyetçi hareketlerin desteklenmesinin faydalı olduğu, ancak Batılı güçleri sömürgeci gören milliyetçilerin Batıya dostça duygular da beslemediği, hem komünizmle hem de milliyetçilikle aynı anda savaşılamayacağı için Ortadoğu’daki milliyetçiliği dost bir güç halinde yönlendirmenin zorunlu olduğu görüşünde birleşirler.

Her iki taraf Ortadoğu’daki istikrarsızlığın bölgedeki ulusal güvensizlikten kaynaklandığını, bunun çözümünün bölgesel bir savunma örgütü kurulmasıyla giderileceği hususunda ortak karara varırlar. George McGhee hatıratında, toplantının ABD ile İngiltere arasında bir işbirliği ruhunun mevcut olduğunu ortaya çıkardığını, ortak bir perspektif çerçevesinde ortak sorunları çözebileceklerine inandıklarını belirtir.

ABD’nin Ortadoğu politikasının çizgilerini konuşmak üzere, 26-29 Kasım 1949’da, İstanbul’da ABD Ortadoğu Misyon Başkanları Konferansı düzenlenir. Konferansa George McGhee başkanlık eder. Toplantıda, ekonomik istikrarının ve güvenliğinin geliştirilmesi yoluyla barışın sürdürülmesi, ABD’nin Ortadoğu politikasının baş amaçlarından biri olarak açıklanır. ABD’nin prestijini devam ettirmesi için Arap devletleriyle İsrail arasında kesin bir tarafsızlık çizgisinin sürdürülmesi gerektiği görüşü benimsenir. Bu toplantıda oluşan görüş doğrultusunda Truman yönetimi, Ortadoğu devletlerine ekonomik ve teknik yardım başlatır.

1950 yılında İngiltere ve ABD arasında, Ortadoğu’nun durumu ve iki müttefikin savunma konusunda nasıl işbirliği yapacağı hususlarında bir dizi görüşmeler yapılır. Bu görüşmelerde, İngilizlerin Ortadoğu’da çoktan zayıflamaya başlamış olan savunma anlaşması haklarının nasıl desteklenebileceği ele alınır. Ortadoğu’da gücü azalan İngiltere, Arap halkları ve yönetimleri tarafından kabul edilebilir bir proje ile bölgedeki birlik ve üs haklarını sürdürmeyi ve bölgede nüfuzunu devam ettirmenin yollarını aramaktadır. Bu maksatla geliştirilen proje, İngiltere ve ABD’nin 1949’dan beri üzerinde çalıştığı Ortadoğu Komutası (MEC, Middle East Comand)) adı verilen bir projedir.

Bu arada, Marshall yardımı ile desteklenen Türkiye’de, 1950 seçimleri sonucu siyasal iktidar değişmiş, Demokrat Parti seçimi kazanarak iktidar olmuştur. George McGhee hatıralarında, Demokratların dış politikada pek kökten değişiklikler aramadıklarını, nitekim Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü’nün İkinci Dünya savaşından bu yana Türkiye’nin Batıya yönelmiş bulunduğunu ve bu yöndeki politikasının daha enerjik biçimde devam edeceğini açıkladığını, bu politikanın sonucu olarak, Türkiye’nin 18 Temmuzda Kore’ye bir tugay yolladığını, NATO’ya girme çabalarını yoğunlaştırdığını, ABD ve İngiltere’nin Ortadoğu savunmasını güçlendirme çabalarına destek verdiğini, bölge ülkeleri üzerindeki etki gücünü bu yönde kullanmaya çalıştığını yazar.

Batı ile işbirliğinin bir numunesi olmak üzere gönderilen Türk Tugayı, maalesef, Güney Koreliler ve ABD’den sonra en ağır kayba uğrayan ordu olmuştu. Bugüne kadar fazla sorgulanmamış olan bu savaşta 706 Türk askeri şehit olmuş, 2.111’i yaralanmış, 168 kişi kaybolmuş,  219 kişi de esir düşmüştü. McGhee’ye göre bu sayılar Kore’ye gönderilen Türk ordusunun % 66’sını temsil ediyordu ve Türkiye bu savaşla “Batıya adanmışlığını kesin biçimde göstermişti.”

İngilizler Ortadoğu savunmasını, bölgedeki İngiliz etkinliğini sürdürmenin yolu olarak “İç Savunma” adını verdikleri merkezi Süveyş olan “İç Halka”yla ilgili bir strateji olarak görüyorlardı. ABD ise, Ortadoğu savunmasını bölgenin bütününü Sovyet saldırganlığından korumak üzere Türkiye, İran ve Irak’ın (Dış Halka) askeri gücünü artırmakla ilgili bir “Dış Savunma” olarak görmekteydi. İngiltere, kendi “İç Savunma Stratejisi”nin sağlanması için Türk silahlı kuvvetlerinin kendi emrine verilmesini istiyordu. George McGhee’ye göre Türk tarafı, İngilizlerin kendilerini “İç Savunma” anlaşmalarını destekleyen Arap rejimlerine karşı başlayan halk muhalefetini önlemekte kullanacaklarının farkındaydılar ve bundan hoşlanmıyorlardı. ABD ise, Türkiye’nin kuvvetlerini NATO ile birleştirmek, ilerde Ortadoğu’nun İç ve dış savunmasında kullanmak istiyordu.

Türkiye Cumhurbaşkanı Celal Bayar’da, MEC konusuna sıcak bakıyor,  Mısır hükümetinin bu projeye olumlu yaklaşacağını düşünüyordu.  Ancak 13 Ekim’de Ankara’ya gelen ABD, İngiltere ve Fransa’yı temsil eden generallerin Mısır Hükümetine MEC’e katılma daveti, Mısır Hükümeti tarafından şiddetle reddedilir. Bu projeyi İngilizlerin Süveyş’i elde tutma planı olarak gören Mısır Parlamentosu, hem Mısır’ın İngiltere ile 1936 tarihli anlaşmasını, hem de 1899 tarihli Sudan Kondominyum Anlaşması’nı yürürlükten kaldırır.

Kasım ayı geldiğinde, Fransa ve Türkiye hükümetleri, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika Birliği’nin bilgisi ve desteğiyle ABD-İngiltere görüşmelerine iştirak etmeye başlarlar. Dört büyük güç Mısır olsun ya da olmasın Ortadoğu savunması için gerekli adımları atmaya karar verirler.

Aralık    1950 sonunda ABD ve Türk askeri yetkililer Ankara’da bir araya gelip Ortadoğu savunmasını ele alırlar. Genelkurmay Başkanı Yamut görüşmelerde, Yunanistan’ın Ortadoğu savunmasında önemli bir rol oynayamayacağını, Arap ülkelerinin kaçınılmaz olarak bölge savunmasına katılması gerektiğini, buna göre savunma planlarının yapılmasının lüzumlu olduğunu bildirir. Bölge ülkelerini değerlendiren Yamut’a göre Libya halkı bize karşı dost olduğu halde, Fransa kontrolündeki Tunus ve Cezayir güvenilir bir müttefik değildir.

George McGhee 1951 yılının Aralık ayında Türkiye’ye büyükelçi olarak atanır. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile çok iyi dostluklar kurar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü ile ilişkilerini sürdürür. Bu arada tanıştırıldığı Fatin Rüştü Zorlu’yu küstah ve kibirli bulur ve satır aralarında ondan pek hoşlanmadığını hissettirir.

ABD büyükelçisinin 1 Şubat 1952’de Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü’yle yaptığı görüşmede Köprülü, Türkiye’nin Komuta’ya katılma isteğini bildirir. İngiltere ve ABD bakımından Türkiye’nin Ortadoğu Komutası’na katılması, bu kurumun emperyalizm aracı olmadığını göstermesi bakımından önem taşımaktadır. Ancak Türkiye ve bölge ülkelerinin, bu gücün İngilizlerin bölgedeki çıkarlarını korumak için oluşturulmuş örtülü bir yapı olduğu yönünde kuşkuları devam etmektedir. George McGhee, Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Açıkalın’la yaptıkları ikili görüşmede onun tereddütlerini şöyle anlatmaktadır. “Açıkalın, bana en büyük kaygılarının bir Ortadoğu savunma örgütü kurmaktaki gerçek amacı anlamak ve bu örgütü yaratan güçler arasında ilerdeki ilişkilerin nasıl olacağını bilmek olduğunu söyledi. “Aslında neyin planlanmakta olduğu konusunda ben karanlıktayım,”dedi. Türkiye gerçi bir bölgesel savunma örgütünü çok önemli buluyor, böyle bir örgütün kurulmasını geciktirmek ya da engellemek istemiyordu, ama bu örgüt sağlam temellere oturmadıkça pek de anlamlı olamazdı. İngilizler ve Fransızlar bölgeye istilacı olarak gelmiş oldukları için Ortadoğu’da herkes onlardan “nefret” ettiğine göre, Türkiye’ye göre bu örgüte ABD liderlik etmedikçe, başarı şansı büyük olmayacaktı.”

George McGhee Ankara’da büyükelçilik görevine başladıktan sonra, İngilizler ABD hükümetine bir memorandum göndererek, Türkiye’nin NATO’ya tam üyeliği beklenmeden acil bir başlangıç yapılması gerektiği görüşünü bildirir. İngiliz görüşüne göre, “Amaç, NATO dışında, Dörtlü Deklarasyon ilkelerine uygun bir çekirdek Ortadoğu Komutası Örgütü kurulmasıydı.”

27 Haziran’da ABD ve İngiltere, Ortadoğu için bir savunma örgütü kurulmasına ilişkin çoktan beri ertelenen çabaların artık hızla ilerletilmesi gerektiği üzerine anlaşırlar. Örgütün Fransa, Türkiye, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika’yı da kapsamasına, adının Ortadoğu Savunma Örgütü (Middle East Defence Organization-MEDO)olarak değiştirilmesine karar verilir. “Örgüt” kavramının “Komuta” kavramına göre Ortadoğu devletlerine daha cazip geleceği düşünülmüştür. McGhee hatıralarında, “Ortadoğu Savunma Örgütü gibi daha yeni ve çekici bir kavram geliştiğinde, Amerika Birleşik devletleri, Türkiye’nin MEDO’ya olan ilgisini arttırmaya, bu ülkenin diğer bölge ülkeleri üzerindeki bugün de uyku halinde olan etkisini yararlı hale getirmeye çalıştı. Yirmi otuz yıldan beri kendini İran’dan ve Arap devletlerinden kararlı bir biçimde uzak tutmuş olan Türkiye, bu yeni role ilgi duymakta ve kabul etmekteydi. Türk yetkilileriyle yaptığım görüşmeler bunu belli ediyordu.” demektedir. Organizasyon Arap ülkelerinin ilerde katılmasına imkan verecek şekilde esnek tutulmuştu.

23 Temmuz 1952’de Mısır’da Kral Faruk’un devrilmesi ve Muhammed Necip hükümetinin kurulmasıyla, Mısır’ın MEDO’ya katılma ihtimalinin arttığı düşünülüyordu. Potansiyel MEDO üyesi olarak değerlendirilen ülkeler Mısır, Suudi Arabistan, Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün’dü.

George McGhee, 10 Kasım 1952’de Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes ve Dışişleri Bakanı Köprülü’yle, Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini konuşmak üzere bir araya gelir. Menderes Türk Hükümetinin Arap ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirmek için bir program tasarladığını ve bu programı uygulamaya başlayacağını anlatır. Amerikalı diplomat bu üç Türk liderine Arap ülkelerindeki Türk imajı hakkında yaptırdığı araştırmanın bir özetini sunar. McGhee, çeşitli Arap ülkelerindeki ABD misyonu başkanlarına birer memorandum yollayarak, bulundukları ülkenin Türkiye’yle daha iyi ilişkiler kurma ihtimallerini, ayrıca Türkiye’nin bölgede yapıcı bir etki sağlama potansiyeline ilişkin görüşlerini bildirmelerini istemiştir. Görüşme sırasında kanaatini aşağıdaki gibi anlatır.

“Aldığım cevaplardan anladığıma göre, diye söze başladım. Türklerin Ortadoğu devletleriyle daha iyi bir işbirliği ve anlayış geliştirme konusunda karşılaşacakları zorluklar tahminlerini büyük ölçüde aşmaktadır. Özellikle de birbiriyle ilgisi bulunmayan iki sorun söz konusudur: Ortadoğu ülkelerinde, Türkiye’nin kendilerine sırt çevirdiği yolunda yaygın bir duygu egemendir; aynı zamanda Türkiye’nin Batının ajanı olarak hareket ettiğinden kuşkulanılmaktadır. Türkiye’nin Batıyla olan ilişkilerini geliştirme konusuna çok büyük önem vermesi diğer Ortadoğu ülkelerine, Türkiye’nin onların sorunlarını anlamadığı, hatta Türkiye’nin onları küçük gördüğü izlenimini vermektedir.”

George McGhee, Arapların Türkiye’ye kızgınlıklarını tıpkı aile üyelerinin birbirinden daha fazla şey beklemesi ve bu beklentileri cevaplamadığı zaman yabancılara duydukları düşmanlıktan fazlasını kendi aile üyelerine duymalarına benzettikten sonra, “ Doğu ülkelerinde görev yapan Türk yetkililerinin yerel halka üstünlük taslayan tutum ve tavırları da bu duyguları daha bir körüklemekteydi. Bu tür diplomatik görevlere, Arap halkına saygı duyduğu bilinen, sıcak davranışlı, dost canlısı insanların atanmasının durumu düzeltmeye büyük katkılarda bulunabileceğini söyledim.” diyerek tavsiyelerini bildirir.

George McGhee’nin üçlü toplantıda dile getirmediği başka olumsuzluklar da iletilmişti. Türkiye’nin bölgede uzun sürmüş egemenliği nedeniyle derin bir güvensizlik bu ülkelerde kök salmıştı. Ülkelerin bazılarında Türkiye’nin hala toprak kazanma amaçlarının sürdüğü yolundaki kuşkular sona ermemişti. Buna ek olarak, Türkiye kurulmak istenen İslami temelli bloklara katılmayı reddetmekteydi. Ayrıca Türkiye İsrail’le ticaret yapmaktaydı ve İsrail’in BM üyeliğine başvurusunu desteklemişti. Gelen değerlendirmelere göre Türkiye, en azından şimdilik, bölgede liderlik rolü oynayamazdı.

Sovyet tehdidine karşı askeri tabanda başlayan ABD-Türkiye ilişkileri, daha sonra Türkiye’nin Ortadoğu’da rol alması teklifleriyle başka bir mecraya girmişti. George McGhee hatıralarında,  Atatürk’ün liderliğinde imparatorluğu bıraktığından bu yana Türkiye’nin ihmal etmiş olduğu Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini ilk olarak, ABD’nin teşvikiyle, yeniden iyileştirmeyi istediğini belirttikten sonra, “Türkiye yalnız bize Ortadoğu ilişkilerimizde önemli bir rehberlik kaynağı olmakla kalmadı, aynı zamanda arabuluculuk yapmaya, bizim adımıza kendi eski dominyonları üzerinde etkili olmaya çalıştı. Türkiye’nin ABD’ye böylesine güvenmesi her iki ülke açısından da bir takım fırsatlar yaratıyordu.” ifadesiyle Türkiye’ye biçtikleri rolü anlatıyordu.

ABD Ortadoğu Komutası’na Pakistan’ı da katmayı düşünüyor, bu konuda da Türkiye’nin rolüne ihtiyaç duyuyordu. ABD’ye göre Pakistan, Sovyet tehdidi altındaki İran’ın savunmasına çok büyük katkılarda bulunabilirdi. O sırada İran’daki Musaddık yönetimi ile İngiltere arasında petrol krizi yaşanmaktaydı. George McGhee hatıralarında, Türk bakanların Pakistan’la birlikte İran’a olumlu bir etki yapabileceklerini söylediklerini belirtmektedir.  9 Şubat 1952’de Başbakan Adnan Menderes’inde katıldığı toplantıda George McGhee,”Ben Türkiye’nin Pushtoonistan (Peştunistan) sorununun çözümlenmesine yardımcı olma konusunda benzersiz bir rol oynayabileceğini, çünkü hem Pakistan’la hem de Afganistan’la iyi ve yakın ilişkileri olduğunu söyledim. Afganistan’ın bağımsız bir Pushtoonistan yolundaki olmayacak talebi bir kere çözümlenirse, Pakistan’ın bölgesel sorunlarda daha büyük bir rol üstlenmesi de kolaylaşırdı.” diye bu bölgeye yönelik Amerikan görüşünü açıklamıştı.

Süveyş kanalını İngilizlerin terk etmesini isteyen Mısır’ın direnci dolayısıyla, MEDO’ya Arap ülkelerinin katılması konusunda bir ilerleme sağlanamıyordu. Bu arada Stalin 5 Mart 1953’te ölmüş, diktatörlük dönemi sona ermişti. Sovyetlerin yeni yönetimi Türkiye’den 1945 yılında feshettikleri 1925 tarihli Dostluk Anlaşması’nın yenilenmesini istiyordu. Ancak, dönülmez şekilde NATO’yu seçmiş olan Türk hükümeti, güven duymadığı Sovyetlere uzak durmayı tercih ediyordu.

Aynı yıl ABD’de Eisenhower yönetimi iktidarı devralır. Sovyet-Ortadoğu politikasını ele almak için Dışişleri Bakanı John Foster Dulles kalabalık bir heyetle, Mayıs ayında Ankara’ya gelir. George McGhee’nin de katıldığı toplantıda Başbakan Menderes, Süveyş Kanalı’nın güvenliğinin Mısır ve İngiltere arasında bir mesele olamayacağını, Kanalın Türkiye, ABD ve NATO için de önem taşıyan jeopolitik bir alan olduğunu, konun ulusal egemenlikle bir ilgisi bulunmadığını, Mısır kanalı savunamaz durumda olduğuna göre, özgür dünyanın İngiliz birliklerini orada istediği konusunda Mısır’ı ikna etmeleri gerektiğini söyler. Menderes, İngilizlere komple Batı desteği verilmesi nasıl zorunluysa, Fransızlara da Kuzey Afrika’daki anlaşmazlıklarda destek sunmak gerektiğini ifade eder. Ona göre bu bölgeler Batının savunması ve NATO için hayati alanlardı. Ortadoğu savunması konusunda, Türk hükümetinin Arapların MEDO’ya katılması konusunda umudunu kestiği, Türkiye’nin bel kemiğini oluşturacağı yeni bir savunma kavramının geliştirilmesi gerektiğini açıklar. Menderes, bir bölgesel savunma örgütüne gerekli gücü sağlayacak siyasal istikrarın, askeri gücün ve Sovyet saldırısına karşı direnme adanmışlığının yalnız Türkiye’de bulunduğunu, Türkiye’nin gelişmiş Batıyla gelişmemiş yakın ve Ortadoğu ülkeleri arasında köprü durumunda bulunduğu bölgede “uygarlığın bekçisi ve güvenlik unsuru” olarak ABD ekonomik yardımlarına ihtiyacı olduğunu vurgular.

ABD Dışişleri Bakanı, “bel kemiğinin” çevresinde biraz da et bulunması gerektiğini belirttikten sonra, Türkiye’nin bu konuda Arap ülkelerine aldırmama tutumu karşısında şaşırdığını belirtir. Dulles, Arap devletlerinin kendi bölgelerinin savunması için düşünülen bir savunma planında ihmal etmenin gerçekçi ya da akılcı olmadığı kanısındadır. Aynı gün görüştüğü Cumhurbaşkanı Bayar bu konuda daha olumsuzdur. Bayar, Batı bugün Araplara silah verirse, yarın Arapların Batıya karşı dönmeyeceklerinin garantisi olmadığını, Arap devletlerinin Rusya’nın oluşturduğu tehdidin farkında olmadığını iddia eder. Bayar, Dulles’e “Biz Arap ülkeleriyle uzun yıllar birlikte yaşadık. Ve artık bölgedeki hükümetlerin hiçbiriyle müttefik olamayacağımız kanaatine vardık.” Demektedir. Sonuç olarak Bayar, eğer Türkiye’nin müttefiklerinin politikası öyle gerektiriyorsa, MEDO’nun kurulması çabalarına, bu işin boş olduğu yolundaki inançlarına rağmen devam edeceklerine söz verir.

George McGhee hatıralarında, Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’in Türkiye’de yaptığı görüşmelerden etkilenmiş olarak ABD’ye döndüğünü ve Ortadoğu savunması konusunda “Kuzey Hattı” kavramını açıkladığını anlatır. Kuzey Hattı ülkeleri, SSCB’ye komşu olan ve Sovyet tehdidini en iyi anlayan ülkeler oldukları için, bu konuda bu ülkelerin bir şeyler yapması beklenebilirdi ve bu ülkeler bölgeyi tüm olarak savunmaya en elverişli durumda bulunanlardı. Dulles, “Kuzey Hattı” nı oluşturma konusunda Türkiye’nin liderliği almasını bekliyordu, Türkiye buna istekliydi.

İlk adım bir dostluk ve işbirliği anlaşmasıydı. Bu anlaşma, 3 Nisan 1954’te Türkiye ile Pakistan arasında imzalanır. 24 Şubat 1955’te Irak’ın İngiliz yanlısı olarak bilinen Başbakanı Nuri es-Said, “Bağdat Paktı” olarak adlandırılacak bu anlaşmayı imzalar. 4 Nisanda İngilizler bu paktın üyesi olurlar. Musaddık’ın devrilmesinden sonra İran Şahı’da bu anlaşmaya imza atar. Bu Paktın beş üyesi, Kasım 1955’te merkez olarak seçilen Bağdat’ta resmi bir örgüt kurarlar.

İşin ilginç olanı, “Kuzey Hattı” kavramının fikir babası olan ABD’nin bu Pakta dahil olmamasıydı. Irak’ın içinde İngiltere’nin bulunduğu bir pakta dahil olması Arap dünyasının tepkisini çeker ve Irak’ın İngiliz kuklası olarak suçlanmasına sebep olur. Arap devletlerinin içinde bulunduğu bir savunma paktını savunan ABD, bu gerçekleşmeyince, Arapları kaybetmemek için bu pakta dahil olmamıştır. Bunda Irak’ın pakta girmesinden rahatsız olan İsrail’in de küçümsenmeyecek etkisi olmuştur.

14 Temmuz 1958’de bir darbe ile Irak Krallığı’nın ortadan kalkması ve Başbakan Said’in öldürülmesi ile Bağdat Paktı fiilen sona erer. 1958’de Mısır’la Suriye aralarında “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adıyla birlik oluştururlar, sonra buna Yemen’de katılır. Bu oluşuma tepki olarak Ürdün ve Irak “Arap Federasyonu” dedikleri bir birliğe katılırlar.

ABD Büyükelçisi George McGhee, Eisenhower yönetiminin büyükelçi değişikliği üzerine 19 Haziran 1953’te görevinden istifa eder. 1947’den beri gerçekleşmesi için çaba harcadığı ABD, İngiltere ve Türkiye’nin içinde yer aldığı bir Ortadoğu savunma örgütünün kurulamamasının burukluğu içinde Ankara’dan ayrılır.

Eisenhower’ın yönetime gelmesiyle birlikte ABD’nin Ortadoğu’ya bakışı bütünüyle değişecekti. Ortadoğu ile ilk ilişkileri kuran Truman doktrininde ABD, sadece Yunanistan ve Türkiye’ye askeri yardım yapılmasını öngörüyor, Ortadoğu’nun eski patronu İngiltere’nin menfaatlerini kendisine korutma planları yaptığı kuşkusuyla, bölgeye temkinli yaklaşıyordu. Ancak, 5 Ocak 1957 de Başkan Eisenhower’ın ilan ettiği “Eisenhower Doktrini”nyle ABD,  İngiltere ve Fransa’nın bıraktığı boşluğu doldurmak üzere harekete geçiyordu. Bu doktrin bütün bir Ortadoğu’yu içine alıyor, bölgenin komünizme karşı savunulması için ABD’nin askeri güç kullanmasını öngörüyordu. Neticede bu doktrin sebebiyle Ortadoğu ikiye bölünecek, içinde Lübnan, Türkiye, Pakistan, Irak, Yunanistan, Afganistan, Libya, Tunus, Fas, İsrail ve nihayet Ürdün ve Suudi Arabistan’ın bulunduğu ülkeler bu doktrini kabul ederken, Mısır ve Suriye’nin doktrini reddetmesiyle bu bölge, Sovyetler ile ABD arasında hakimiyet mücadelesinin sürdüğü bir arena haline gelecekti.

*Bu yazı 14 Temmuz 2009 tarihinde Haber10 sitesinde yayınlanmıştır.

Kategoriler: Yazılar