Safevi Etkisi Öncesi Alevîlik ve Bektâşilik
Türkiye’de Alevî-Bektâşi tarihi yazıcıları “tevella ve teberra” inancını, yani “övme” ya da “lanetleme” kültürünü tarih felsefelerine de yansıtmaktadırlar. Bunun sonucu olarak, tarih boyunca Alevî-Bektaşi topluluğunun içinde yer almış olduğu her eylem meşrulaştırılıp, kutsanmakta, Osmanlı Devleti’nin her eylemi mutlak olarak kötülenmektedir. Yaşanan olaylar genel olarak mezhep temelinde ele alınınca, olayları tetikleyen ekonomik-siyasi ve sosyal diğer şartlar bilinçli olarak göz ardı edilmektedir. Mesela, Alevî Türkmenlerin Sünni kesimden kopuşuna ve uzaklaşmasına, Safevî ailesinin Şahlık mücadelesi sebebiyet vermiş olmasına rağmen, “Yedi Ulu Ozan” arasında sayılarak kutsallığa kavuşturulan Şah İsmail’in zulme varan uygulamaları her türlü eleştiriden mâsun tutulmuştur.
Yazımızda, Bektâşiliğin doğuşundan başlayarak, Türkmen aşiretlerin Safevî etkisiyle kapalı bir cemaate dönüştürülme serüveni ele alınmıştır. İlginçtir, Safevî -Türkmen aşiretleri ilişkisinde, Şah’a gidenlere ne olduğu insanımız tarafından pek merak edilmemiştir. Bu yazımızda, Alevî-Bektâşi yapısının tarihi oluşumu hakkında kısaca bilgi verildikten sonra, Kızılbaş Türkmen aşiretlerinin cemaatleşme süreci Şah’a giden akrabalarıyla karşılaştırılarak anlaşılmaya çalışılacaktır. Yazımızda “Kızılbaş” deyimi Safevî taraftarı olarak kullanılmış olup, bu nüfuzun olmadığı kesimler için “Alevî” ifadesi tercih edilmiştir.
8’inci yüzyıldan itibaren Müslümanlığı kabul etmeye başlayan Müslüman Türk boylarının bir kısmı yerleşik hayata geçmiş, bir kısmı da konar-göçer olarak hayatlarını devam ettirmiştir. Farklı sosyo-kültürel hayata sahip olan bu kesimlerin dini algılayışı ve yaşayışları da birbirinden ayrı biçimlenmiştir. Şehirli bir hayata intibak eden Türkmenler, kitaplı bir din anlayışı çerçevesinde İslâm’ı yaşarken, konar-göçer Türkmenler eski örf, âdet, gelenek ve inançlarını İslâm inancıyla uzlaştırmak suretiyle oluşturdukları, daha çok sûfî ve mistik bir kalıp içerisinde şekillenen, sözlü anlatıma dayalı bir inanışa sahip olmuşlardır.
Türkmen boyları 11. yüzyılın sonlarında Anadolu’ya gelmeye başlamış, bu boyların göç hareketleri 12. yüzyılda ve özellikle de, Moğol istilasından kaçmak zorunda kaldıkları 13. yüzyıl boyunca iyice yoğunlaşmıştır. Bir çoğu, Ahmet Yesevî tarikatı yoluyla Müslüman olan Türkmenler, Anadolu’ya geçiş yolunda Horasan Melâmiliği ile tanışmışlar, Horasan Melâmetiyesinin ürünü olan Kalenderilîk ve Haydarîlik bu topluluğun inançlarına nüfuz etmiştir. Kalenderî ve Haydarîlerle birlikte Nimetullahî, Nurbahşî v.b. inançlar taşıyan dervişler göçer Türkmen boylarıyla beraber Anadolu’ya akmıştır. Irak kaynaklı Vefaîlik ile birlikte bütün bu sûfi akımlar, ocağa bağlılık kültürü ile beraber göçebe Türkmenlerinin dini inanışlarını şekillendirmiştir.
Selçuklular döneminde Anadolu’da, araştırmacıların kendilerini heteredox (gayri sünni) olarak tanımladıkları konar-göçer Türkmen toplulukları dışında, şehir ve köylerde yerleşik olarak yaşayan sünni Türk çoğunluk mevcuttu. Selçuklu Devleti de, hükümdarları ve yönetici sınıfı sünni olan bir devletti.
Konar-göçer Türkmen topluluklarının yoğun olarak Anadolu’ya göç ettikleri dönemde, Selçuklu Hükümdarı II.Kılıç Arslan ölmüş (1192), çocukları arasında taht kavgası baş göstermişti. Kavgada kardeşi Alaattin Keykubat’ı hapseden İzzettin Keykavus iktidarı ele geçirdi. 9 yıllık hükümdarlık yaptıktan sonra ölen İzzettin Keykavus (1211-1220)’un ardından I.Alâeddin Keykubad hükümdar oldu. I.Alâeddin Keykubad’ın hüküm sürdüğü yıllarda Anadolu’da huzurlu bir dönem yaşandı. I.Alâeddin Keykubad (1220-1237), yerleşik olmayan Türkmen aşiretleri ile iyi ilişkiler kurdu.
1237 yılında ölen I.Alâeddin Keykubad ‘ın ardından tahta çıkan II.Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde ülke başıboş bir yönetim sürecine girdi. İçki ve sefhate düşkünlüğü ile bilinen hükümdarın bütün yetkilerini elinde toplayan vezir Sadeddin Köpek, önce devletin idari sistemini bozarak rakibi gördüğü yetişmiş yönetici sınıfını ortadan kaldırdı, Moğol istilasından kaçarak Selçuklu Devletinde hizmete girmiş olan Harezmleri ordudan uzaklaştırdı. Selçuklu hizmetinden ayrılan Harezmliler Urfa tarafına çekilip, isyan ve çapulculuğa başladılar. Moğolların önünden kaçarak Güneydoğu ve Suriye sınırına yoğunlaşan Türkmenler de bu çapula iştirak ettiler.
Vezir Saadettin Köpek, devletin askerî ikta sistemine dayanan toprak rejimini de bozarak, mîri arazileri “evlatlık vakıf” arazilerine dönüştürmüştü. Bu durum, Türkmenlerin hayvanlarını otlatacak mera ve kışı geçirecek kışlık bulma konusunda güçlüklerle karşılaşmalarına sebep olmuştu. Moğol baskısı ile Anadolu’ya doluşan göçer nüfus, ister istemez yerleşik yapıyı bozmuş, yerli halkla göçebe Türkmenler arasında pek çok çatışma çıkmasına sebep olmuştu. Göçmen akımına uğrayan Anadolu’da hem sosyal düzen ve asayiş bozulmuş, hem de ani nüfus artışı dolayısıyla ekonomik sıkıntılar had safhaya ulaşmıştı.
İşte bu kriz döneminde Baba İlyas isminde bir Türkmen Şeyhi kurtarıcı olarak ortaya çıktı ve 1240 yılında Anadolu Selçuklu sultanı II.Gıyaseddin Keyhüsrev’e karşı bir isyan başlattı. İsyancı Şeyh Ebu’l Beka İlyas-ı Horasanî, Moğol istilası sırasında yıkılan Harezmşahlar devleti sahasında yaşayan Türkmenlerle beraber Anadolu’ya göç ettiği rivayet edilen bir dervişti. İsyan öncesinde Amasya yakınlarında, Çat köyünde açtığı bir zaviyede Vefaîlik tarikatını yaymaya çalışıyordu. Menâkıbu’l-Kudsiyye ve Vilayetname’den Vefaîliğin, Dede Garkın yoluyla Anadolu’ya, oradan Baba İlyas’a ondan da Babâîlik adıyla biçimlenerek Hacı Bektâş’a ve Bektâşîliğe ulaştığı anlaşılmaktadır.
Heteredox inançlı Türkmenlerin gözünde Baba İlyas “Baba Resul” olarak isimlendiriliyor, taraftarları ona peygamber nazarı ile bakıyorlardı. Baba İlyas iktidarı ele geçirmek için başlattığı isyan hareketinin başına Baba İshak’ı geçirdi. Baba İshak Adıyaman (Hısnımansur) Kefersud bölgesindeki Türkmenleri silahlandırdıktan sonra fiilen isyanı başlattı. Üst üste Selçuklu kuvvetlerini yenerek Adıyaman, Gerger ve Kahta’yı aldı. Yoluna çıkan her şeyi zapt ederek Malatya’ya yürüdü. Burada Selçuklu valisi Muzafferuddin Ali Şir’i de yenerek kendisine katılan bölge halkının bir kısmıyla, sayıca artan kuvvetlerinin başında Amasya’ya ulaştı. Buraya vardığında, Amasya kalesine hapsedilmiş olan Baba İlyas öldürülmüştü. Baba Resul’ün ölümünü kabullenemeyen Türkmenler, onun ölmediğine, gökten yardım getirmeye gittiğine inanarak savaşmaya devam ettiler. Buradaki Selçuklu ordusunu yendikten sonra, Şeyhin idamına duydukları kızgınlıkla Konya üstüne yürüdüler. Babaîler Kırşehir civarında Selçuklu ordusuyla karşılaştılar. Savaşta Baba İshak öldürüldü, ordusu kılıçtan geçirildi. Pek az bir kısmı kaçarak izlerini kaybettirdi. Babâî isyanı patladığında Hacı Bektâş Velî, diğer Babâî mürit ve halifelerin aksine isyana katılmayarak Anadolu’nun içlerine çekilmeyi tercih etmiş, kardeşi Menteş isyana katılmış ve isyan sırasında öldürülmüştür.
Bu olay, bir kısım Alevî yazarlar tarafından ilk Alevî isyanı olarak değerlendirilmektedir. Bu doğru bir değerlendirme değildir. Zira, isyana katılanların çoğunluğunu heterdox inançlı Türkmenlerin teşkil etmesi, bu isyanı bir Alevî isyanı haline getirmemektedir. Tarihi şartlar göz önünde bulundurulduğunda, bu isyanın inanç temelli bir isyan olmadığı, bugün bilinen mânâda Alevîliğin henüz teşekkül etmediği, sosyo-ekonomik şartların sebebiyet verdiği bir köylü-göçer isyanı olduğu açıktır.
İsyandan sonra Anadolu’nun dört bir yanına dağılan Baba İlyas’ın halifeleri özellikle Anadolu’nun batı bölgelerinde kurulan Türkmen beyliklerinde büyük fetih hareketlerine katılmışlardır. Anadolu’ya geldiklerinde “Horasan Erenleri” olarak adlandırılan dervişler, fütühat hareketlerine katıldıkları bu dönemde “Abdâlân-ı Rûm “ olarak anılmaya başlanmıştır.
Hacı Bektâş-ı Veli (1209-1271)’nin halifesi olan Abdal Musa’da diğer dervişlerle birlikte Osmanlı Beyliğinin fetih hareketlerine katıldı. Abdal Musa ile birlikte Geyikli Baba, Kumral Abdal, Abdal Murad, Abdal Mehmed, Doğlu Baba, Baba Postûnpûş, Baba Muhlis gibi dervişler Osman Gazi ve Orhan Gazi’nin yakın ilgi ve desteğini gördüler. Dervişler, gaziler arasında Hacı Bektâş-ı Veli’nin menkıbelerini yaydılar. Hacı Bektâş-ı Veli’nin on iki imamdan Musa Kazım’ın torunu olduğu, bu yolla Hazreti Ali nesline bağlandığı, Hacı Bektâş’ın Türkistan Pîri Ahmed Yesevî’nin halifesi Lokman Perende’den icazet alarak Horasan’dan Anadolu’ya güvercin kılığında (donunda)geldiği dilden dile anlatıldı. Hacı Bektâş’ın hem Ali, hem de Veli olduğu rivayet edildi. Tenasühe inanan bu sufiler, Hacı Bektâş Veli’nin yeniden dünyaya gelmiş (don değiştirmiş) Ali olduğuna inanıyorlardı. Onlara göre kişi ölmez, aslına döner, yani Hakk’a yürür, insan-ı kamil olan ruh, aynı mertebede bir bedende yeniden dünyaya dönerdi. Ali’nin Hacı Bektâş’ta vücut bulmasının sırrı buydu. Hacı Bektâş-ı Veli’nin cansız duvarı yürütmesi, yaprağın üzerinde iki rekat namaz kılması, dilden dile dolaşan kerametleriydi.
Abdâlân-ı Rûm adını alan bu devişler, Rumeli’nin fethinde ve İslamlaşmasında önemli fonksiyonlar icraa ettiler. 1500’lere kadar süren bu dönem, Bektâşîliğin teşekkül devresi olarak nitelendirilmektedir. Bu dönem Bektâşîliği henüz bir tarikat disiplininden uzaktı. Bektâşîlik öğretisi, Hacı Bektas Velî’ye nispet edilen Makâlât adlı eserde Dört Kapı (şerîat, tarîkât,mârifet, hakikât) ve bunların içinde yer alan onar bölümden oluşan Kırk Makam olarak formüle edilmiştir. Hacı Bektâş Velî Vilayet-Nâme’sinde, Hz. Muhammed Kur’an’ın zahir bilgisini getiren, Hz. Ali ise bâtınını anlatan olarak tasvir edilmektedir. On iki imamcılık, İbâhiye anlayışı, aşeri mübeşşereye teberra ve daha sonra ortaya çıkan Bektâşî merasimleri bu dönemde mevcut değildir.
Söz konusu dönemde, inançları dolayısıyla devletin Bektâşîlere ve Bektâşî babalarına hasmâne bir tavır alması söz konusu olmamıştır. Aksine, Osmanlı devletinin ilk yıllarında kurulan yeniçeri ocağı Hacı Bektâş-ı Veli Dergâhı’na bağlanmış, pek çok Alevî-Bektâşî şeyhine toprak tahsis edilerek dergâh ve zavîyelerinin oluşması sağlanmıştır.
Mitolojik anlatım dışında, Hacı Bektaş-i Veli hakkında bilgilerin yer aldığı temel yazılı kaynaklar, Ahmed Eflakî’nin Menâkıbu’l-Ârifin, Aşık Paşâzade’nin Tevârih-i Al-i Osman ve Elvan Çelebi’nin Menâkıbül Kudsiyye adlı kitaplarından ibarettir. Herkes bu kaynaklardan tercihine göre bir Hacı Bektaş kişiliği üretmektedir.
1501’de Balım Sultan’ın II. Bayezid tarafından Hacı Bektâş Zavîyesinin şeyhliğine getirilmesi ile, Bektâşîlik yeni bir döneme girmiştir. Bektâşîliği yeniden yapılandırmasından dolayı Balım Sultan’a tarikatın ikinci piri (pîr-i sâni) denilmektedir. Balım Sultan’ın Hacı Bektâş Zavîyesinin şeyhliğine getirildiği tarihin, aynı zamanda, Şah İsmail’in ele geçirdiği Tebriz’de, Kızılbaşlığı resmi mezhep ilan ettiği tarih olması bakımından dikkat çekicidir.
Bektâşîliğe asıl kimliğini Balım Sultan vermiştir. Balım Sultan’ın kişiliği ile ilgili birbirinden tamamen farklı birçok rivayetler bulunmaktadır. Ancak, bu garipsenecek bir durum değildir. Hemen bütün ocak sahibi dede-babaların gerçek kimlikleri ile, Alevî-Bektâşî Türkmen muhayyilesinin yarattığı mitolojik kişiliklerin birbirine karışmasına sıklıkla rastlanılmaktadır. Dimetoka’da doğduğu için, buradaki Bektâşî tekkesi Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli) Zâviyesi’ne ilgi duyan II.Bayezıd’ın, tekkenin o zamanki şeyhi olan Balım Sultan’ı bu tekkeden alarak, 1501 yılında Hacı Bektâş Dergâhı’nın başına geçirmiş olduğu bilinmektedir. Bektaşilere göre II. Bayezid Balım Sultan’ın mürididir.
Balım Sultan’la birlikte Dergâha, Şiîliğin tesiriyle on iki imam kültü girmiş, “Hak-Muhammed-Ali” şeklinde ifade edilen ulûhiyet telakkisi ile on iki post erkânı düsturlaştırılmış, ibahilikle tevil yolu açılarak Kur’an da yasaklanan ve günah olarak değerlendirilen şeyleri yasak görmeme, yasakları yorumlama anlayışı getirilmiştir. Bu dönem Bektâşîliğine asıl etkiyi Hurûfilik yapmıştır. Hurûfilik hem Balım Sultan çizgisindeki Bektaşiliği, hem de Şah İsmail yoluyla Anadolu Kızılbaşlığını etkilemesi bakımından en önemli tesiri gösteren hareket olmuştur.
Hurûfîlik, İran’lı Şihâbeddin Fazlullah Esterâbâdî (1339-1394) tarafından kurulmuştur. Bu inanca göre varlık, harflerle açıklanır. Yaratıcı olan harftir. İnsan, konuşan tanrı (Kelâmullah-ı Nâtık)dır. Onlar, Allah’ın insanda tecelli ettiğini Kelime-i Tevhid’in harflerine anlam yükleyerek izah ederler. Bunlara göre Kelime-i Tevhid (Lâ İlâhe İllâllah) sözü, Arap harfleriyle üç harfle yazılır. Bunlar, Lam, Elif ve He harfleridir. Bu üç harf, aklı, nefsi ve feleki gösterir. Dört kelime oluşu, insanın dört tabiatı olduğunu gösterir. Yedi hecedir. Bu heceler, insan başının iki gözü, iki kulağı, iki burun deliği ve bir ağzı olmak üzere yedi delikli organlarına işarettir. On iki harfle yazılışı da, insanın on iki organını belirtir. Dolayısıyla, Kelime-i Tevhid aslında insanı dile getirir ve Allah’ın insanda belirdiğini kanıtlar. Hurûfîler Kur’an’ı Kerim’de geçen bütün “fazl” (fadl) kelimeleriyle Fazlullah’ın kastedildiğine inanıp, onu Allah’ın zuhuru şeklinde görürler, Fazlullah’ın baş eseri ve ana kaynağı olan Câvidânnâme’yi ilâhî kitap olarak tanırlar, ayetleri ve bütün dini hükümleri yirmi sekiz veya otuz iki harfe irca ederek te’vile tâbi tutarlar. Bunun sonucu olarak, âhiret ve dinî mükellefiyetlerin çoğu inkâr edilir. Fazl’ullah Hurûfîlik yorumuyla, Ali ‘nin yarım olarak açtığı sırrı tamamen ifşa ettiğini iddia ediyor, Hz.Muhammed’in yirmi sekiz harfle konuştuğunu, Kur’an’ın yirmi sekiz harfle indiğini, halbuki kendisinin otuz iki harfle (Fars alfabesi) konuştuğunu beyan ederek, Farsçayı din dili ilan ediyordu. Ona göre, Arab devri bitmiş Acem (İran) devri başlamıştı.
1394’de Timur tarafından idam ettirilen Fazl’ullah Esterebadi’nin müridleri kaçarak Anadolu’ya geldiler. Hurûfîliğin Allah’ı insanda gören anlayışı, Fazl’ullah’ın talebesi olan şair İmâdüddin Nesîmî (ö. 1408) ve Fazl’ullah’ın yetiştirdiği halifeleri aracılığıyla Anadolu ve Rumeli’deki Bayrâmîleri, Kalenderîleri, Bektaşîleri ve Kızılbaşlığı derinden etkiledi.
Balım Sultan döneminde ortaya çıkan On iki İmam inancına paralel olarak Bektaşilik, “on iki” rakamı üzerine sistemleştirilmiştir. Tarikat muhiplik, dervişlik, babalık, mücerretlik ve halifelik olmak üzere beş dereceli bir hiyerarşi geliştirmiştir.
Balım Sultan’dan sonra Bektaşi Dergâhı’nda ikili bir yapı teşekkül etmiştir. Bu ikili yapı, Hacı Bektâş Veli’nin evli olduğunu kabul edenlerle etmeyenlerin anlayış farkından doğmuştur. Hacı Bektâş Veli’nin evlenmediğini kabul edenler Bektâşiliğin “Babagan Kolu” nu oluşturmuştur. Babagan kolunda, Bektâşi tarikatını yönetmek üzere, Hacı Bektâş’ın görevini vekâleten üstlenen Dedebabalık müessesesi ihdas edilmiştir. Bu sistemde, Hacı Bektâş-ı Veli nasıl evlenmemişse Bektâşi babalarının da mücerred (evlenmemiş) olması şart koşulmuştur. Balım Sultan’a kadar Bektâşilik, genellikle köylerde yaşayan Alevî- Türkmen aşiretleri arasında benimsenmiştir. Balım Sultan soydan Alevî olmayanlara da Bektâşi olabilmelerinin yolunu açarak, Bektâşiliğin şehirde yaşayan kesimlere ve Osmanlı aydınlarına da nüfuz etmesini sağlamıştır. Ancak, Babagan kolu yapısı gereği köylük yörelerde tutunamamıştır.
“Dedegan Kolu” olarak bilinen diğer ocak, Hacı Bektâş Veli’nin evli olduğuna inanmakta ve Çelebi ailesinin Hacı Bektâş Veli’nin neslinden geldiğini kabul etmektedir. Bu ocağa bağlı dedeler, çelebiler tarafından icazet verilmek suretiyle atanmışlardır. Çelebi, gerektiğinde atadığı bu dedeyi değiştirme yetkisine haizdir. Dedelik hizmeti genellikle babadan oğula geçmekle birlikte, Ocakzâde dedelerde olduğu gibi, dedenin Evlâdı Resul olması şartı aranmaz.
Balım Sultan’ın dergâhın başına geçtiği dönem, Anadolu’da Safevî propagandasının en yoğun olduğu dönemdir. Balım Sultan, kendileriyle birçok noktada müşterek olduğu Kızılbaşlar gibi Safevî yanlısı olmak yerine, Osmanlı yönetimi altında kalmayı tercih etmiştir. Bu tercihin sebebi etnik kökene vurgu yapan Safevî propagandasıdır. Safevî halifeleri, Anadolu’daki Türkmen aşiretlerin Türklüğüne vurgu yaparak, onların Türkoğlu Türk Şah İsmail’in yanında yer almasını istiyordu. Evvela, İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd Anadolu’ya geldiğinde “oğul mu(soy mu) önce gelir, sahabeler mi?” diyerek Türkmenler arasındaki propagandayı bu temele oturtmuştu. Osmanlı Devleti yapısı itibariyle bir imparatorluktu ve imparatorluklarda tebaanın etnik kimliğinin öne çıkarılması imparatorluk felsefesine aykırıydı. Safevî söylemi, Hacı Bektâş felsefesiyle müslüman olmuş gayri Türk unsurların dışlanmasına yol açmıştı. Balkanların Müslümanlaştırılmasında en önemli tekkelerden olan Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli) Zâviyesi’nin şeyhi Balım Sultan bunu çok iyi görüyordu. Nitekim, Safevîlere karşı soğuk duran bu politik tavrı dolayısıyla Balım Sultan, Safevî taraftarlarınca Sırp veya Bulgar kökenli olmakla suçlanmıştır.
Balım Sultan’ın 1516 yılında ölümünden sonra postnîşin olanlardan Kalender Çelebi’nin 1527 yılında, Osmanlı idaresine isyan etmesi ve isyan neticesinde öldürülmesinden sonra pîr evi 1551 yılına kadar postnîşinsiz kalmıştır.
“Şah Kalender (Çelebi) Ayaklanması” olarak bilinen isyana, büyük çapta Dulkadirli beyleri destek vermiştir. Tımarları ellerinden alınan bir kısım sipahilerin de isyana iştirak etmesiyle sayısı otuz bine varan isyancılar, yapılan pek çok çatışmada Osmanlı ordularını yenilgiye uğratmıştı. Osmanlı yöneticilerinin Dulkadirli beylerine yaptıkları vaadler ile tımarlı sipahilere tımarlarının iade edileceği yolundaki taahhütler neticesinde, Dulkadirli beylerinin büyük bir kısmı ile tımarlı sipahiler isyancıları terk ettiler. Elbistan-Nurhak Dağlarında bulunan Başsaz yaylasında yapılan savaşta, Safevî Devletine geçmek isteyen Kalender Çelebi öldürüldü, isyancılar dağıtıldı.
Kalender Çelebi isyanını Balım Sultan çizgisi ile telif etmek güçtür. Kalender Çelebi’yi isyan ettiren sebepler hakkında yazılı kaynaklarda pek bilgi bulunmamaktadır. Kalender Çelebi’yi, ezilmiş halkın zalim Osmanlı’ya direnişini örgütleyen bir Alevî önderi olarak sunan yorumlar objektiflikten uzaktır. Zira, Kalender Çelebi‘nin Dulkadirliler tarafından terk edildikten sonra etrafında birkaç yüz kişinin kalmış olması, isyana Alevî Türkmen aşiretlerinin çok fazla katılmadığını göstermektedir. Bu isyanda dikkat çekici olan, Dulkadirli beyleri ile Hacı Bektâş Dergâhı postnîşini Kalender Çelebi arasındaki ilişkidir. Hacı Bektâş Dergâhı ile Dulkadirli Beyi Şehsuvaroğlu Ali Bey arasında önceden iyi bir ilişki kurulduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, 1515 yılında ölen Balım Sultan’ın türbesini 1518 yılında Şehsuvaroğlu Ali Bey yaptırmıştır. Şehsuvaroğlu Ali Bey’in ölümünden sonra, Dulkadirlilik davası güden beylerin Osmanlı Devleti ile mücadelelerinde, Ali Bey’in dergâh ile kurmuş olduğu sıcak ilişkileri kullanmaları ve dergâhın nüfuzundan istifade etmek üzere Kalender Çelebi’yi isyana teşvik etmiş olmaları en büyük ihtimaldir.
1551 yılında, Balım Sultan halifelerinden ve eski vezirlerden, Sersem Ali Baba adıyla da anılan, Ali Paşa Dedebaba ünvânıyla posta oturmuştur. Dedebabalık müessesesinin Sersem Ali Baba zamanında oluşturulduğu da rivayet edilmektedir.
1826 yılında meydana gelen yeniçeri ayaklanmasına kadar Bektâşî Dergâhı devlet nezdinde oldukça itibarlı bir konumda idi. Onların inançları dolayısıyla devlet katında itilip-kakılmaları söz konusu değildi. Dedebabalar Kırşehir’deki Pîr Evi’ne oturmadan önce İstanbul’a gelir ve Yeniçeriler kendilerini alıp alayla Ağa Kapısı’na götürürlerdi. Orada, Yeniçeri Ağa’sı tarafından tâcı giydirildikten sonra yine alayla Paşa Kapısı (daha sonraki adıyla Bâb-ı Alî)’na giderler, baba orada da Sadrazam’dan kürk giyerdi. Kendisinin Pîr Evi’ne dönünceye kadar Ocak’ta misafir edilmesi kanundu. Bektâşî Dergâhı, Yeniçeri Ocağında binbaşı rütbesinde bir baba ile temsil edilirdi.
1826 yılındaki Yeniçeri isyanı sırasında Bektâşî Dergâhları büyük zarar gördü. İsyana katılan ve teşvikçi olduğu iddia edilen Bektâşî dedelerinden bir kısmı idam edildi, bu dedelere bağlı 9 tekke yıktırıldı, diğer tekkeler kapatıldı veya açık tutulan tekkelere başka tarikatlardan mütevelliler tayin edildi. Postnîşinlik yapan dedeler yakın çevreleri ile birlikte sürgüne tabi tutuldular.
Bu baskının kalkmasından sonra geri toparlanan Dergâh, 1925 yılında yürürlüğe giren tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanunla kapatılmış, Veliyeddin Çelebi son Bektâşî postnîşini olmuştur.
*Bu yazı 16 Ocak 2009 tarihinde Haber10 sitesinde yayınlanmıştır